Merhabalar / Bir ilk yazı

Blog sahibi olmanın da bir zamanı varmış demek ki; o zaman da şimdi geldi.  

Bundan böyle içimden geldikçe yazdıklarımı, öğrendiğimde paylaşmazsam olmaz dediklerimi,  şimdilerde bana anayurda dönmüşüm hissi veren psikoloji topraklarındaki keşiflerimi; bazen sorularımı, bazen kendimce bulduğumu sandığım yanıtlarımı paylaşma platformu olacak burası.

Önce biraz nerden geldik buraya, hem kendime bir hatırlatma hem merak edene not olarak düşmüş olayım.

Aslında ben zaten psikoloji okumuştum. Yani 30 sene önce aldığım bir psikoloji lisans diplomam vardı. Ama mezuniyetimin hemen sonrasında hatta diplomamı bile almadan önce reklamcılığa başlamıştım. Bizim zamanımızda öyle iletişim fakülteleri falan yoktu; işletme, psikoloji, sosyoloji eğitimi alanlara hele de muteber okullardan mezunlarsa reklam dünyası kırmızı halı seriyordu adeta. Türkiye’nin pazarlama faaliyetleriyle iştahla kucaklaştığı dönemlerdi, reklam ajansları yorucu, talepkar ama eğlenceli ortamlardı. Ben de o zaman o dünyaya bir adım attım. Atış o atış oldu; önce 10 sene profesyonel çalıştığım sektörde sonra da 15 sene kendi ajansımı yöneterek gümüş yılımı devirdim.  Ve jübilemi yaptımJ  Aslında nefes almayı bile unutarak yaşadığım hayatıma zorunlu bir nefeslenme molası verdim. Bunun mola olduğunu o zaman bilmiyordum, belki de sona geldim demiştim.  Ama daha yolum varmış gidilecek ki, soluklanıp sonra yeniden baktım önüme, yoluma.

İşte psikoloji o zaman bana hatırlattı kendisini. Ne kadar severek seçtiğimi, severek okuduğumu ama nasıl da yarıda bıraktığımı fark ettim. Bu defa kendim için, bir hedefe kilitlenmeden; sakin sakin okumalara, keşiflere başladım. Önce tasavvufa da ilgim dolayısıyla karşıma çıkan nefs psikolojisi (bir tanımıyla ben ötesi psikolojisi / transpersonal psychology) ile yolum kesişti. Altı ay boyunca birebir terapi / öğrenim analizi aldım.  Kendime ilk kez bu kadar dikkatle dönüp baktığım ve belki de hayatımda ilk kez kendimi dinlediğim, kendime eğildiğim bir dönem oldu. Rüyalarıma kulak verdim; kendimi, bana olanları, bende olanları önce fark etmeye, sonra kavramaya, anlamlandırmaya zaman ve enerji harcadım. Çok ilginçti gerçekten. İnsanın kendi coğrafyasını keşfetmesi kadar zenginleştirici bir seyahat deneyimi yok sanırım. Kendi içimizde ne çok derin denizler, yalçın dağlar, sürprizli ormanlar, sessiz uyuyan çöller var. Hepsine usul usul yaklaşmak, dokunmak, dinlemek, hemhal olmak sarsıcı olduğu kadar ödüllendirici. İnsanın kendini keşfetmek kadar büyük bir işi yok aslında bu yolculukta. Başka herşey teferruat.

Yola devam ederken Gestalt girdi hayatıma. Bu kez gerçekten girdi. Zira Gestalt denildiğinde benim için onca psikoloji lisansından kalan “the whole is greater than the sum of its parts” ezberiydi. Bir de genç ve yaşlı kadın imgesi. Oysa meğer ne çok şey varmış Gestalt’in hayatı kavramak için bana sunacağı.

Sanki bir kaleydoskop gibi Gestalt. Hayatın çok renkli, çok boyutlu, çok değişken  (algılarla ve bakış açılarıyla hep başka olasılıkları barındıran ve mümkün kılan) halini görmemize araç oluyor. Hatta  “Kaleydoskop” kelimesi Yunanca kalos(güzel), eidos (biçim), scopos (izlemek) sözcüklerinden türetilmiş. Güzel şekilleri izleme aygıtı yani. Gestalt da hayattaki şekilleri izleme aygıtı olarak pek ala tanımlanabilir. 

Kendi adıma Gestalt’te en çok kutupları sevdim. Gestalt hayatta her şeyin kutbuyla var olduğunu hatırlatır bize ve insanın bu kutuplar arasında gezinebilme, denge kurabilme kapasitesine dikkat çeker. Belki bu yüzden bana huzur verdi kutuplar. Hayattaki kabullerimi kolaylaştırdı. Herkes gibi içimde bir derya barındırdığımı;  empatik/vurdumduymaz, sempatik/nobran, olgun/delifişek, yardımsever/kıskanç…. bir sürü farklı ben olabileceğini, hepsinin mayasının bende olduğunu, içimde her duygunun bulunduğunu ve bunun normal olduğunu fark ettim, anladım, kabul ettim.  Bir sürü farklı duygunun, o duyguların ortaya çıkardığı farklı ben’lerin varlık hakkını tanıdığımda hayat kolaylaştı.  Reddetmediğimde, görmezden gelmediğimde, her hali normalleştirdiğimde tercihlerim devreye girebilmeye başladı. Yaşamın tercihlerden oluştuğunu ve tercihlerimin zaman ve durum bağlamında değişebileceğini, bunun da normal olduğunu kavradım.  Bende bildiğimden fazlası olduğunu ve her hali sevmemek gibi bir yolum olmadığını gördüm. Bunları belki Gestalt söylemedi ama vesile oldu. Kutuplar, farklı kavrayışlara çok ciddi yol açtı benim yolculuğumda.

Ve nihayet başka bir durağa da geldim. Gestalt, psikanaliz okuma grupları, çeşitli yan eğitimler vs derken ve bu yolculuk ömür boyu sürecek belli ki diye içselleştirmişken, psikolojiyi artık başkalarına da dokunmak için araç kılmaya niyet ettim. Ellinci yaşıma çok yaklaşmışken bu denize yeniden girmiştim ve 53 yaşında da klinik psikoloji yüksek lisansıma başladım. Hala devam ediyorum. Bu sene sonunda klinik psikolog olarak kendimi tanımlayabileceğim; ama elbette öğrenme devam edecek, hem de hayat boyu.

Burada da öğrendiklerimden, bende iz bırakanlardan; sizde de belki yeni sorulara, bazen cevaplara, kavrayışlara vesile olabileceklerden bahsetmek üzere yazacağım.

Umarım yolumuz bu satırlarda sıklıkla kesişir. Yazı dünyama, bloğuma hoşgeldiniz.

“Vazgeçişin Loş Kuytusu”

Çok sevdim bu ifadeyi. Ben onu bir kitap tanıtımında buldum: “Modern hayatın cazibesine, başarma arzusuna, çabasına karşılık vazgeçişin loş kuytusu” diyordu. Kitaptan bahsetmeyeceğim, zira ben de okumadım; bana bu cümle tek başına çok şey söyledi. Bunun üzerine düşünmeye başladım.

Bana Murakami kahramanlarını düşündürdü öncelikle, benim çok sevdiğim o kahramanları. İç dünyalarında yaşayan; sakin, küçük hayatlar sürerken, mucizelerle buluşan; beklentisizliğin güvenli kozasında olsalar da, sürprizlerin getirdiklerinden korkmayan ve cesaretle önlerine çıkanı yaşamaktan çekinmeyen kahramanlar. Loş kuytuda olmayı seçen ama yine de hayattan kaçmayan. Modern hayatın dayatmalarına takılmayan ama kendi yollarının getirdiklerini buyur etmede cömert olan. Metropolde de yaşasa kendi küçük adasının sınırlarını çizmeyi bilen ve bunu doğallıkla yapan. Güçsüzmüş gibi görünen ama sadeliğinin içinde kendi dünyasından beslenen.

Sonra Sabahattin Ali’nin Kürk mantolu Madonna’sının Raif Efendi’si geldi aklıma. Edebiyatımızın bana göre en özgün karakterlerinden biri olan Raif Efendi’yi ve onun vazgeçişindeki marazi ama büyülü derinliği düşündüm. O da o kuytuda bulmuştu nefes alacak gücü.  Hayatını ancak o kuytuda sürdürebilmişti. Hayatının bir döneminde yaşadığı “boyutu”, şimdi’den yalıtarak korumayı ve ona sığınarak yaşamayı seçmişti.  Psikologların hiç önerdiği bir durum değil şüphesiz, ama bu sayede ölümsüz bir kahraman olabilmişti edebiyat yoluyla olsa da. Bizi başka bir zenginlikle tanıştırmıştı bu vazgeçişiyle.

Ve Kafka’nın eliyle hayat bulanlar izledi Raif Efendi’yi, kafamdaki geçitte. Hayatın pırıltısına kapılmak bir yana, onu izlemekten dahi yorgun düşen, kendini vazgeçişin loş kuytusunda var edebilen; bize insanın kırılgan ruhunu, kendiyle yüzleşmenin şiddetini yansıtanlar. Dışarıda akan giden gündelik hayatın coşkusundan, parlaklığından, toy neşesinden uzak durarak hayatla baş edebilenler ya da edemeyenler. Onlar da hayatı sorgulamamıza vesile olabildilerse şayet, bu vazgeçişlerini izlememiz sayesindedir. Bu vazgeçişler, başka toprakların keşfidir bir yandan.

Vazgeçişin cazibesi nerden geliyor acaba? Güneşli havalardan, parlak ışıklardan, pırıltılı hayatlardan uzak olmayı seçmek bir zamanlama meselesi olabilir mi?  İnsan kendi yolunun bir yerinden sonra ıssızlığı tercih eder mi? Kendi sesini duyabilmek, kendi coğrafyasını keşfedebilmek üzere biraz kalabalıklardan ve düzenin kargaşasından uzak olmayı istemek midir sebep?  

Yoksa bu bir varoluş meselesi midir? Hayatı daha en başından anayoldan gitmeyerek yaşamayı tercih edenler de vardır zira. Kendilerine patikalar bulurlar; bazen de açarlar ama geniş otobana çıkan yolları gösteren tüm tabelaları es geçerler. Modern zamanların dayatmalarına bakmazlar. Vazgeçmeyi bir varoluş olarak yaşarlar. Alternatif bir yolculuğun mümkün olduğunu düşünürler, belki düşünmezler bile, öylece yürürler. Bize de gösterirler. Göstermek üzere yapmasalar da.  

Modern zamanlarda, vazgeçmenin loş kuytusu kime ne ifade eder bilemiyorum. Tüm dünya birbirinin hayatının içine bu kadar girmişken, oyundan çıkmak veya bu oyunda olmamayı seçmek yani vazgeçmek öyle zor ki.. O loş kuytu, hanidir imkansız bir gezegen.  Belki imkansız oldukça ütopik hale de geliyor. Tercihini böyle ortaya koyabilmek, modern hayatın cazibesine ve başarma arzusuna karşı durabilmek şimdinin dervişi olmakla eş değer. Şüphesiz etrafımızda Raif efendiler var ve biz onları onlar böyle istediği için görmüyor, fark etmiyoruz. Ama onlarsız eksik kalıyoruz; bu da vazgeçenlerin bize vebali olsun.   

Sabah İnsanları

İnsanlar türlü, çeşitliler… özellikleri veya tercihleri ya da yaratılışları itibarıyla. Biz de ilişki kurarken bu özellikleriyle kafamızda bir yerlere oturtuyoruz onları. Kendimize benzeyen insanlarla daha kolay yakınlaşıyoruz. Bunda çok bir zarar yok, yeter ki önyargılara neden olmasın; katı yaklaşımlar haline gelmesin. Örneğin kimileri yalnız olmayı sever, kimileri sosyal kelebek; bazıları kış insanıdır, bazıları yaz;  kedi sevenler var, ille de köpeğim olsun diyenler… liste çok uzar elbette.

Ben geçen sabah yürürken sabah insanı olmak diye bir kategori olduğunu fark ettim. Daha doğrusu bir süredir aklımdaydı ama bunu sabah yürüyüşünde izlediklerimle doğruladım. 

Gerçekten gece insanları ve sabah insanları var.  Ben bir sabah insanıyım mesela. Daha doğrusu yaş aldıkça daha çok oldum. Önce şunu söylemem lazım ki gece insanlarını çok severim; daha yaratıcıdır bir kere gece insanları; gecenin o dingin, insanı içine çeken karanlığında, bulabilenler için hazineler gizli adeta. Nice şairler, yazarlar, besteciler geceden beslenip önümüzü aydınlattılar. Derin düşüncelerin kaynağı var gecede. Bana öyle gelir hep.  Daha gençken ben de geceleri daha çok değerlendirmek durumunda kalıyordum, çalışmak için, çok tercih etmesem de. Ama sonraları kendimi doğama bıraktım ve sabah insanı olmayı benimsedim.

Gece insanlarına selam olsun ama iyi ki sabah insanları var. Sabah güneşi doğuran, hayatı başlatan ve günü ayağa kaldıran.  Fark ettim ki, ben her sabah o yaşamın başlayışını, doğanın uyanışını ve buna tanıklık etmeyi seviyorum. Kendimi daha fazla doğanın parçası gibi hissediyorum onunla beraber uyur ve uyanırsam. Belki bu biraz yaş almakla da ilgili; kendimden biliyorum, yaş aldıkça doğaya yaklaşıyorsun, sen de çiçek böcek gibi o büyük düzenin bir parçası olduğunu anlıyorsun; kendini bıraktığında da onun ritminde akıyor hayat senin için.  

Doğa nasıl bir mucize ile her sabah aynı azimle, coşkuyla, inatla yeniden başlıyor; aslında başlayan değil dönen bir şey var ama başlamak demeyi seviyorum ben;  taze ve yeni duygusu eşlik ediyor o zaman. Yaşamda biriktirdiklerimizin üzerine koyuyor olsak da her yeni günü, o yeni gün kendi tazeliğiyle ve içinde yeni yol ayrımları ve ümitler barındırarak geliyor bize. Hakkını vermek bize kalıyor. Hakkını vermek falan deyince öyle büyük bir laf etmek değil amacım. Küçücük mutlulukları görmekten, yakalamaktan bahsediyorum. Yaz yağmurunun ardından çıkan gökkuşağı gibi, duvarın dibinde açan kır çiçeği gibi, yavrularını emziren anne kedi gibi öyle güzel ve insana yaşama sevinci veren, içini ısıtan, gününü aydınlatan sürprizler var ki eğer görerek bakmayı seçersek.  Bunları görmeye başladığında zaten şükür duygusu sarmalıyor insanı. Aldığın nefese de, doğanın mucizelerine de şükrediyorsun ve hayat akıyor seni de taşıyarak içinde.

Sonbahar …

Mevsimlerin en güzeli. En duygu yüklü olanı. En yumuşağı. En şefkatlisi. En çok hikaye anlatanı. En iyi anlayanı. Sarıp sarmalayanı…

Hüzünlüdür sonbahar, benim gibi hüzün sevenlerdenseniz sonbaharı da seviyorsunuz demektir. Ama bu hüzün insanı derinleştiren, çoğaltan, kendi içine bakmaya teşvik eden, hayata anlam katan bir hüzün bana göre. Doğurgan bir hüzün. Doğa uykusuna hazırlanırken sevdaları, arayışları, kavrayışları, sırları, soruları uzun kış döneminde birlikte mayalanmak üzere koynuna alıyor adeta. Duyguların demlenme zamanı başlıyor çünkü. Belki bundan ağırdır sonbahar; yazın uçarı neşesi, baharın toy sevinci yoktur sonbaharda. Sonbaharda   “Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir”  Yahya Kemal’e göre.

Ne kadar çok sonbahar şiiri var farkında mısınız; yaza veya kışa yazılmayan nice şiir, sonbahar için dile gelmiş. Hepsinde bir kırılganlık, yoğunluk, hüzün var. Enteresan insanın sonbaharla ilişkisi. Farklı bir ruh haline geçiriyor herkesi. Ve belki bu ruh hali yaratıcı kılıyor, ilham veriyor, insana dair dışavurumları tetikliyor ve ortaya bu sayede sanat çıkıyor, edebiyat çıkıyor; tarih sonbaharın ürettikleriyle insana dair yeni katmanlar ekliyor sayfalarına.

Ama bana hiç bitişleri çağrıştırmıyor sonbahar. Tam tersine başlayışı gibi geliyor hayatın yeniden. Evet göçmen kuşlar gider, yapraklar dökülür, doğa ıssızlaşır ama bir yandan da şehirler canlanır. Festivaller başlar, sergiler açılır, yeni filmler, yeni kitaplar, yepyeni maceralar başlar. İnsanın doğada yaşadığı içe dönmeyi, şehir kendine çağırarak böler. Belki de bu dengelenmeye ihtiyacımız olduğu için döngü öyle olagelmiştir.

Çocukluğumuzda yaz başıboşluğuna son verip okulların açıldığı mevsim olduğu için, biraz mesafeli olmuşuzdur çoğumuz bu canım mevsime. Yaş aldıkça sonbahar da anlam değişimine uğrar. Doğanın en olgun halinin sesini dinlemeyi sevmeye başlarız. Derin ve demli bir havası olur herşeyin.

Sabah yürüyüşlerinde artık hafiften serin esen rüzgar bana eşlik ediyor, yavaştan dökülmeye başlayan yaprakları seyrediyorum. Yaşamanın, insan olmanın, fark edebilmenin, doğayı duyabilmenin şükrünü yaşıyorum. En sevdiğim seyahatleri de sonbaharda yapıyorum ama ille de doğada olmayı seviyorum.  Konuşuyorum ve de doğayla; dertleşiyorum, halleşiyorum, onu dinliyorum.

Siz de tatil bitti modunda biraz tatsız, hafif durgun, belki buğulu günlerdeyseniz, öneriyorum kendinizi doğaya ve sonbahara bırakın. Sarıyor, kucaklıyor, sağaltıyor sonbahar. Onun olgun tadına varın.

Mutsuz Olmak

Başlık bile irkiltti sizi değil mi? Zira mutsuz olmak kabul edilebilir bir durum değil uzun bir zamandır. Her taraf mutluluk reçeteleriyle dolu, hayat sadece mutlu olmak üzere yaşadığımız bir serüven. O yüzden mutsuzluktan veba gibi kaçmamız gerekiyor.

Acaba sahiden öyle mi? Wilhelm Schmid öyle demiyor. Psikoloji eğitimi almama rağmen bu çağın sıra dışı filozof ve psikologlarından Schmid için tanışmam oldukça yeni. Siz belki benden önce tanışmışsınızdır, öyleyse bile bu kavramın üzerinden birlikte düşünmek için yeniden okumaya değer.

Alman filozofun “Mutsuz Olmak” ve “Sakin Olmak” adıyla kaleme aldığı iki küçücük kitaptan bahsedeceğim size. Bana iyi geldi, yeni perspektiflerle bakmanın olabilirliğini hatırlattı.

Modern zamanlar bize sürekli mutlu olmamız gerektiğini söylüyor. Bizi buna adeta zorluyor. Mutlu olmak bir görev, ödev haline gelmiş durumda. Hayatın bir veçhesi değil de, tek formu olmak zorunda gibi dayatılan bir mutluluk hali var. Schmid “mutluluk diktatörlüğü”nün tahakkümü altında olduğumuzu söylüyor. Haksız mı?

Bir süredir Gestalt çalışıyorum. Gestalt da Almanların bize armağan ettiği bir psikoloji ekolü. Hayatı bütünsel ele almayı öneriyor en temelinde. Hayatta her şey var ve her şey kendi bağlamında anlamlı diyor. Hiçbir şeyin boşuna olmadığı ve bunun hayata kattığı anlama odaklanmamız gerektiğini savunuyor ve en çok da kutuplarla çalışıyor. Hayatta her şeyin zıddıyla var olduğu Gestalt’in temel kabulü ve bu her şey, kabul ekseninde gelişiyor. Hayatın ancak ölüm olduğu için anlamlı olduğu en birinci adım zaten. Başka her şey de bununla beraber anlam kazanıyor. İyi – kötü; güzel-çirkin; güçlü-zayıf; sıcak-soğuk…. dilediğinizce çoğaltın.  Ve elbette duygular.. Sevinç – keder; haz- acı; ağlamak-gülmek ve tabii ki mutluluk-mutsuzluk. Kutuplarıyla var olan duyguların tek boyutlu olması halinde bir “anlam” mümkün mü?

Konu zaten mutsuzluğa da burada geliyor. Mutlu olabilmek için mutsuzluğu da olanca doğallığıyla kabul etmek, yaşamak ve hayatın içine kabul etmek gerekiyor. Galiba anahtar sözcük kabul. Son zamanlarda en anlamlı bulduğum hal “kabul içinde olma” hali.  Hayatın içinde her şey var ve bunları bütün olarak kabul ettiğimiz ölçüde sakinleşiyoruz ve insan olma yolculuğunda mesafe alıyoruz.

Yaşam sanatı hayatın tüm yönleriyle barışık olmayı gerektiriyor; sadece mutluluk ve haz veren haller şüphesiz mümkün değil; bu nedenle hoşumuza gitmeyen ve bize mutsuzluk veren durumlarla da baş edebilmeyi becerebilmemiz gerekiyor. İçinde her şeyin olduğu bir hayatı kabul ederek, karanlık zamanların da varlık hakkını tanıyarak yaşamak bizi başka bir merhaleye taşıyor. Schmid, buna “kemale ermenin saadeti” diyor. Bu başka türden bir mutluluk hali. Geçici olmayan, zira her durumla barışık olabilmeyi sağlayan. Belki şöyle söylemek daha doğru olur; mutsuz olmayı dünyanın sonu gibi görmeden, bunu yaşama sürecini sükunetle kabul etmek, bizi aslında daha geniş manada daha mutlu kılıyor. Mutluluğun anlamını yeniden tanımlamak gibi aslında biraz da. Melankoliye de, hüzünlü olma haline de varoluşun içinde yer açmakla ilgili.

Bu durum ilişkiler için de geçerli; her daim mutlu, huzurlu, hazla dolu olarak bir ilişkiyi sürdürebilmek mümkün mü? Şüphesiz değil. Daimi bir gönül hoşluğu arayışıyla başlayan ilişkilerin uzun sürmemesi bu yüzden en çok. Güneşli günler kadar puslu havalara hazır olmamakla ilgili. Yine Schmid “ilişkiyi bir kader ortaklığı cemaati” olarak görürseniz, zor zamanları da atlatmanız çok daha kolay olur” diyor.  Anahtar burada da hayatın kutupsallığı ile barışık olabilmek. Her gün aynı olmayacak; herkesin kendine göre algılarının değiştiği zamanlar olacak; yaşanan her günü, her olayı sükunetle kabul edebilmek ve zıtlıklara yaşam hakkı tanımak bizi rahatlatacak. Başarabilmek ne kadar mümkün, bu da herkesin kendine sorusu ve ödevi olsun. Hep mutlu olmaya çalışmaktan daha anlamlı ve daha vaatkar bir çaba olacağını düşünüyorum. 

Anlam arayışı ve diğerkâmlık üzerine..

Şu aralar diğerkâmlık üzerine düşünüyorum. Zaman zaman bu kavram bulur beni üzerine düşünmek için. Zira bir taraftan “vermek ve paylaşmanın yüceltildiği” bir doğu kültürünün içinde büyümek ama da kapitalist sistemin dayattığı “herkes kendisinden sorumludur ve aslolan kendisidir” diyen bir dünyanın tüm mesajlarına da maruz kalmak bu konuyla zaman zaman yüzleşmemize neden oluyor. “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol” diyen Mevlana’nın topraklarında da olsak, Ayn Rand’ın “insanın hayattaki ahlaki sorumluluğu kendi mutluluğudur ve başkalarına yardım etmek bir ahlaki görev değildir” diyen felsefesinin de etkilerini türlü çeşitli yaşıyor ve bu mesajlarla da hemhal oluyoruz.

Peki her ikisini de değerlendirdikten sonra nasıl bir yere gelinebilir acaba? Aslında araştırmalar bize epey çok şey söylüyor. Örneğin; insan psikolojisi ve davranışları ile ilgili çalışan Harvard Business School’dan Proseför Michael Norton, gelirinin bir kısmını başkaları için harcayan kişilerin uzun vadede, tüm gelirini kendisi için harcayanlara kıyasla çok daha mutlu olduğunu gösteren çok sayıda veri olduğunu ifade ediyor.

Yine Norton; 130 ülkeden verileri inceleyerek, zengin ya da yoksul olsun, tüm ülkelerde kendisinden bir şeyler veren insanların çok daha mutlu olduğunu ve bunun, insanın doğasında olan, kültürden bağımsız, “evrensel bir psikoloji” olduğunu belirtiyor. Demek ki aslında kendi mutluluğu için yollar arayan insanın, diğerkâm olması aslında mutluluk amacına yönelik doğrudan yol açıyor. 

Hem ne kadar güzel bir sözcük farkında mısınız? Diğerkâm olmak. Yani ötekinden yana olmak, onu düşünmek, onun derdiyle dertlenmek, madem ki aynı havayı soluyoruz diyerek onu kendinden saymak. Dünyanın eşitliksiz hallerine tanık oldukça daha da önem kazanan bir kavram üstelik.  Dünyada, ülkemizde, çevremizde (belki yakın çevremizde olmasa bile) çok zor hayatlar var. Peki ne kadar bunun için bir şey yapıyoruz? Katı bir ahlakçılık değil anlatmaya çalıştığım şey; “iyi insan olmanın yolu başkalarına yardım etmekten geçer” gibi bir klişeye bağlamayacağım konuyu.

Tam tersine kavramın üzerinde düşünerek hayat yolculuğunun bize kazandırma potansiyeli olan imkanlara bakalım istiyorum. Modern zamanlar kendimizi sevmemiz, önce kendimizin iyi olması, önce ben diyebilmemiz üzerine yapılandırıyor hayatı. Kendimizi elbette sevmemiz, barışık olmamız çok temel bir mesele. Peki bunun dozu ne acaba? Narsizm ne kadar uzakta bize. Ya da uçaklarda hep anons edildiği gibi başkalarına yardım etmeden önce kendi gaz maskemizi takmamızın sosyal yaşamdaki karşılığı neye denk geliyor ve maskeyi taktıktan sonra çevremize el uzatmamızı ne sağlar? Ve asıl önemlisi bu el uzatma meselesi aslında insan olmaya, kendimize, içimizdeki öze yaklaşmak değil midir?

Varoluşçu ve hümanist psikolojinin önemli isimlerinden Rollo May de bu konuda çokça düşünen ve yazanlardan. ‘Sonlu olduğumuz gerçeği aldırışı mümkün kılar. Aldırış aynı zamanda vicdanın kaynağıdır. Vicdan aldırışın çağrısıdır ve kendini aldırış olarak gösterir’ diyor örneğin. Yani vicdanla varoluşumuzun anlamı arasında doğrudan bağ kuruyor. Dünya yolculuğunun en temel derdi “burada niye varolduğumuzun sebebine dair” bir anlam bulmaksa, vicdanımız bize kılavuzluk edecek en önemli yardımcımız aslında.

Diğerkâm olmaya ise empati eşlik ediyor. Diğerinin derdini anlamak için uğraşmak. Kendini onun yerine koyabilmek; onun hissettiklerini hissetmeye çalışmak ve yargılamadan önce anlamak. Bu konuyu düşünürken karşıma sevdiğim bir psikiyatr ve yazar olan Kemal Sayar’ın “aldır gönül” başlığıyla kaleme aldığı yazısı çıktı. Tabii ki bu da tesadüf değildi. Kemal Sayar da “Duymak için insan olmak gerek. Ruhu vatanına geri getirmek gerek: Karşımdaki insana ne yapması gerektiğini söylemek yerine, onu anlamak için doğru soruları sorduğumda onun ruhuna yakınlaşabilirim.” diye  ifade ediyor empati kurabilme becerisini ve bunun bize kazandırdıklarını. Ve bir Afrika atasözü ile bunu derinleştiriyor: ‘Bir insan başka bir insan aracılığıyla insanlaşır.’ 

İşte bu karşıma çıkan yazılar, bana düşündürttükleri ve gündemimdeki sözcüklerden geldim buraya. Varoluşumuzun anlamı vicdanımızla şekilleniyor; diğerkâm olmak bizi kendimize, özümüze yaklaştırıyor. Ve şu modern zamanların bize hiç de önermediği patikalara dikkat çekiyor.

Başkaları için adım atmak kendimize doğru yol almak aslında.