İnsana dair hep ümit var demektir!

Geçen ay pandeminin herkesi eve kapattığı günlerde, dünyanın en önemli nörobilim insanlarından olan Robert Sapolsky, California’daki evinden bağlanarak Boğaziçi Üniversitesi’nde bir ders verdi.

Boğaziçi Üniversitesi, bu dersi, öğrencilerinin yanı sıra, mezunlarına ve ilgilenen herkese açtı. Uzun, yoğun ve çok öğretici oldu.

Dinlediğimden beri de Sapolsky’nin söyledikleri kafamın içinde dolanıyor. Söylediklerinin karşılığını bireysel olarak yaşadıklarımda olduğu kadar, toplumsal büyük hareketlerde, hayatın içinde görüyorum bu aralar. Amerika’da başlayan ve dünyaya yayılan “black lives matter (BLM- siyahi hayatlar değerlidir)”  hareketi de bunlardan biri. Buna geleceğiz birazdan.

Sapolsky, çok ilgi çeken kitapların da yazarı olan bir bilim insanı. “Zebralar neden ülser olmaz” kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş durumda.  

Bu girizgahtan sonra, Sapolsky’nin söylediklerinin bazılarına bakalım istiyorum:

Beyin, çok uzun yıllardır biyolojisi ve kimyası üzerinde çalışılmakla birlikte, hala gizemini koruyor. Her geçen zaman ona dair yeni bilgiler edinsek de hala bilmediğimiz çok şey var hakkında.  Sapolsky, beynin bazı bölümlerinin hayatımıza, kararlarımıza, davranışlarımıza etkilerine dair bizi bilgilendiriyor. Üstelik bunu bir zamanlama perspektifiyle yapıyor. Her davranışımızın hemen bir saniye öncesinden, milyonlarca yıl öncesine dayanan nedenleri var:

Hemen bir saniye önce beynimizde ne olduğu,

Birkaç dakika içinde çevremizde olanların beynimizde neyi, nasıl tetiklediği,

Saatler veya günler önce hormonlarımızda hangi değişikliklerin meydana geldiği,

Haftalar veya aylar önce yaşadıklarımızı beynimizin nasıl kaydettiği,

Ergenlik dönemimizde, son halini almaya çalışan beynimizin frontal korteksininin hangi çevresel etkilerle nihai şeklini aldığı,

Çocukluk, bebeklik dönemimizde yaşadığımız ilk hayat deneyimlerinin hayat boyu sürecek etkilerini ne şekilde bıraktığı,

Daha yeni döllenmiş bir yumurtayken, bize aktarılan genlerin neler olduğu,

Onyıllar, binyıllar önce atalarımızın içinde yaşadıkları kültürün, onların sosyal yaşamlarını ne şekilde etkilediği ve o kültürü oluşturan ekolojik faktörlerin ne olduğu,

Ve milyonlarca yıl öncesinden bu yana davranışın nasıl evrimleştiği…

Hepsi bir tek davranışımızın ardındaki koca bir nedenler ordusunu barındırıyor.

Yıllardır endokrinologlar, psikologlar, antropologlar tarafından çalışılan konularda Sapolsky’nin yaptığı bunların beyindeki karşılıklarını ortaya koymak. “Evet öyle oluyor da nasıl öyle oluyor ve o sırada beyinde neler yaşanıyor” sorusuna yanıt arıyor.

Hepsini örneklemeye yerim yetmez ama bazılarını sizinle paylaşacağım, çünkü çok ilginçler.

Örneğin saatler içinde olanların etkilerine bakalım, örnekleyelim: Yapılan bir araştırmada ağır ceza hakimlerinin verdiği kararlara bakmışlar. Yemek yedikten sonraki saatlerde verdikleri kararlar ile yemek yemelerinin üzerinden dört saat geçtikten sonra verdikleri kararlar arasında istatistiki olarak anlamlı bir fark bulmuşlar.  Hakimlerin yemeklerini yedikten sonra, aynı ya da benzer davalara beraat verme oranları % 60 olarak kayıtlara geçmiş. Oysa aynı davalarda yemek yedikten dört saat sonra karar verdiklerinde bu beraat karar oranı % 0’a düşmüş.  Sebebi de kan şekeri. Kan şekeri düşük olduğunda frontal korteks (ki beynin en son gelişimini tamamlayan, plan yapan, düşünen, duyguları kontrol eden kısmı) görevini tam olarak yerine getiremiyor. Zor kararlardan kaçıyor, o anda kolay olanı tercih ediyor.  

Gelin şimdi de, ergenlik dönemine gidelim. Bu dönem beynin, planlamalar yapan, uzun dönemli düşünen, duyguları da yöneten bölümünün, yani frontal korteks’in son şeklini aldığı dönem. Beynin en son gelişimini tamamlayan bölümü burası. İşte frontal korteks gelişirken neye maruz kaldığımız, yıllar yıllar sonra bir yerdeki bir davranışımızın onlarca nedeninden biri.  Eğer tam bu ergenlik döneminde travmaya maruz kalıyorsak (yakınımızı kaybediyor, şiddetle karşılaşıyor, zorlayıcı hayat deneyimleri yaşıyorsak) frontal korteksimiz gelişimini buna paralel tamamlıyor ve duygularımızı da yöneten bu bölge bizi daha kırılgan, daha öfkeli, daha içe kapanık veya daha kötümser/iyimser yapabiliyor.

Biraz daha geriye gidersek, mesela anne karnındaki durumların bizi nasıl etkilediğine bakarsak, orada da ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz. Yine beynin bir başka ilginç bölümünden devam edelim. Amigdala, duygusal hafızamızı saklar ve duygusal tepkilerimizi, hızlı reaksiyonlarımızı kontrol eder. Bu sayede hayatta kalmamızı da sağlar, korkuyu algılayıp, önlem almamızı ona borçluyuz.

Eğer bir canlının amigdala’sı alınırsa korkusu da siliniyor, korkmayı bilmiyor o canlı. Amigdala’nın boyutu büyük ise o kişi daha kaygılı bir insan oluyor. Ve hamileliğini kaygılı, endişeli geçiren annelerin bebeklerinin amigdalası daha büyük oluyor. Beynimiz, daha anne karnından şekillenmesini bu etkilerle tamamlıyor. Kaygı, korkuya yatkınlık anneden bebeğe bu yolla transfer oluyor.  Yıllar sonraki bir davranışımızın daha anne karnına dayanan nedenleri de var gördüğünüz gibi.

İyice eskiye de gidelim. Toplayıcı atalardan mı, avcı atalardan mı geliyoruz? Pirinç tarlalarında çalışan yoğun nüfuslu Çinli atalar veya Amerika’nın vahşi batısının ıssızlığında hayatta kalma mücadelesi veren atalar… Sapolsky, kalabalıklar halinde yaşayan toplumlarda annelerin bebeklerine kısık sesle, ıssız coğrafyalarda yaşayan annelerin yüksek sesle ninni söylemesinin dahi beynin gelişimini etkilediğini ve bunun epigenetik olarak transfer edildiğini söylüyor. Epigenetik, son zamanların en ilginç kavramlarından ve deneyimlerin genleri nasıl etkilediği ile ilgileniyor. Laboratuar ortamında yapılan araştırmalar epigenetiğin önemini ortaya koymuş durumda. Örneğin fareler üzerinde yapılan deneylerde, yavrusunu daha çok seven, yalayarak bakım veren annelerin bebeklerinin beyninde epigenetik değişiklikler meydana geliyor ve onlar daha az stresli oluyorlar. İlginç olan bunun sonraki nesillere geçirilebiliyor oluşu. Daha çok sevilerek, strese karşı daha dirençli gelişen yavru fareler de kendi yavrularına aynı davranıyor ve bu böyle devam ediyor.

Şimdi, beynin, bu yazıyı yazmama vesile olan kısmına gelmek istiyorum; insular korteks’e. Pek çok hayvanda insular korteks rutin işler yapan bir tepki organı. Örneğin bir fareye kötü bir yiyecek verdiğinizde insular korteks aktive oluyor ve fare bu yediğini dışarı atıyor. Insular korteks canı koruma fonksiyonunu yerine getiriyor. Bu insanda da böyle ama dahası var, mide bulandırıcı bir şey düşünmelerini söylemek de yetiyor insandaki insular korteksi aktive etmeye. Laboratuar ortamındaki testler bize bunu gösteriyor.

Asıl ilginç olan ve bu yazıya da ilham olan bölüm ise şu: insanlar,  ahlaki olarak kabul edemedikleri bir duruma tanıklık ettiklerinde de insular korteks aynı reaksiyonu veriyor ve bunu tıpkı kötü bir tat ya da koku gibi mide bulandırıcı buluyor. Deneyde insanlara, bir insanın bir diğer insana dair kötü ve kabul edilemez davranışı fotoğraf olarak bile gösterildiğinde, insular korteks aynı biçimde aktive oluyor.  Dolayısıyla ahlaki olarak tiksindirici diye bir kavram karşımıza çıkıyor.

Bu tepki sadece insana özgü: 80 milyon yıldır insular korteks tat ve koku açısından tiksindirici olana tepki verirken, insanda son 20.000 yıldır ahlaki olarak tiksindirici olana da aynı tepkiyi verir biçimde evrim geçirmiş durumda. Yani ahlaki olarak kabul edilemez bulduğumuz bir şeye tanıklık ettiğimizde,  tıpkı iğrenç bir tat veya kokuya maruz kalmış gibi insular korteksimiz yanıt veriyor. Sadece duyudan değil tamamen düşünsel, duygusal olarak bize tiksindirici gelen durumdan da aynı biçimde etkileniyoruz.  

Dahası insular korteks böyle bir durumda, amigdalayı da etkiliyor ve onun devreye girmesiyle başka bir süreç tetikleniyor. “Bir adaletsizlikle karşılaştığınızda sadece oturup buna dair düşünmüyorsunuz, vücudunuzda savaşmanızı isteyen bir ateş de yanıyor” diyor Sapolsky.

Size bir şeyler ifade etti mi bu?  Tahmin ediyorum aynı yere geldiğimizi. 25 Mayıs’ta Amerika’da George Floyd polis şiddetiyle öldürüldüğünde, önce kendi gözleriyle tanık olanlar, sonra video vesilesiyle bütün bir dünya, “ahlaki olarak tiksindirici” buldukları bu olayla sarsıldı ve harekete geçti. O sırada insular korteks insanın evrim tarihinde 20.000 yıldır olduğu gibi aktive oluyordu. Ve tıpkı zehirli bir kötü tat karşısında olduğu gibi beyin ve onun yaktığı ateşle beden tepki veriyordu.  

İnsanda da, diğer canlılarda olduğu gibi, kötü tat ve kokuya bir kendini koruma mekanizmasıyla yanıt veren insular korteks yani beyin, “insan” olmamızı sağlayan başka değerleri de aynı reflekslerle koruma kapasitesine sahip ve bunu bize gösteriyor.

Bir ahlaki tepkiyi beyin kimyasına bağlamak size nasıl geliyor bilmiyorum.  İnsanın ahlaki tepkilerini beyindeki sinyallerle, kimyasallarda oluşan değişikliklerle verdiğini düşünmek belki fazla mekanik geliyor olabilir. Ama o mekaniği oluşturan beyin reaksiyonunun arka planında, evrim süreci boyunca ekolojinin oluşturduğu kültürün, o kültürün şekillendirdiği sosyal yaşamın, o sosyal yaşamın belirlediği ahlaki normların bugün, Amerika’da öldürülen bir insan için milyonları dünyada harekete geçirebildiğini bilmek büyüleyici.

Bu kompleks sistem, herkese üzerinde düşünecek çok şey sunuyor, ilham veriyor.

Ama en önemlisi ahlaki olarak tiksinmeyi öğrenen insan, merhameti ve iyiliği de öğrenir.

Öyleyse insana dair hep ümit var demektir.

Umut etmek güzeldir.

*Beynin karmaşık yapılarını ayrı ayrı anlatıyor Sapolsky, ilgilenenlerin Boğaziçi Üniversitesi portalından izlemesini öneririm.

Korona’nın Getirdikleri ve Psikolojik Dayanıklılık

Zor günlerden geçtiğimiz aşikar. Hep birlikte insanlık olarak bir süreç yaşıyoruz, sınavdan geçiyoruz.  

Daha önce çok farklı deneyimleri yaşamış olsak da, şu anda hayatta olan jenerasyonların karşılaştığı yepyeni bir durumla karşı karşıyayız.

Bunun çok boyutlu analizleri yapılıyor, yapılacak ve uzun zaman üzerinde konuşacağız, tartışacağız, çalışacağız şüphesiz. Muhtemelen de bu yaşananlar hayatı, alışkanlıkları, dengeleri değiştirecek. Yeni bir düzeni belki de konuşuyor olacağız şu kırmızı alarm günleri bittiğinde. Nedenleri, sonuçları, etkileri uzun süre gündemimizde olacak.

Görüyoruz ki, gelinen noktada yaşananların faturasını tüm insanlık ödüyor, bazılarının payına daha büyük kısmı düşse de herkes bir şekilde payına düşeni kabullenmek durumunda kalıyor. Sistemler, insanın sınır tanımazlığı, doğaya karşı yapılanlar sorgulanıyor, sorgulanmalı da. Kim bilir belki bu sorgulamalardan insanlığın devamı için ilham ve umut veren yeni yollar bulunabilir, açılabilir.

İşte bu yeni yollar, yeni umutlar, yeni düzenler için önce “iyi” olmamız lazım. Sadece bu virüsle baş ederek değil, aynı zamanda onun hayatımıza getirdikleri ile de yüzleşerek, barışarak ve bunun içinden psikolojik sağlığımızı koruyarak çıkmayı başararak “iyi” olmamız lazım.

Psikolojik sağlığımız derken bu da çok boyutlu olarak ele alınması gereken bir kocaman alan.

Burada ana başlıklar halinde karşı karşıya olduğumuz psikolojik sorunları ve sonra da olası çözümleri paylaşmaya çalışacağım. Salgının ilk günlerinden itibaren bu konuda yazılan, yayınlanan uzman görüşlerini; şimdiden araştırmalara yansıyan akademik çalışmaları; farklı disiplinlerden akıl sağlığı profesyonellerinin pratik önerilerini okumaya çalıştım. Farklı kültürlerin farklı yaklaşımlarını, kültürler ötesi ortak kaygıları ve toplumların farklı kesimlerinin tepki ve algılarını anlamaya gayret ettim. Elbette erişebildiğim, yakalayabildiklerim kadarını. Sonra da bir özet çıkardım, hepimiz için; anlamaya, fark etmeye ve belki de uygulayarak katkı sağlamaya vesile olmak üzere. Kendi sübjektif süzgecimden geçirerek yaptım elbette. 

Temel Psikolojik Sorunlar

  • Korkular – endişeler:

Korku, gerçek bir tehdit karşısında yaşadığımız duygularken; endişe, olası bir tehdit karşısındaki duygularımız olarak tanımlanıyor. Aradaki farkı böyle açıklayabiliyor olsak da her iki durumda da verilen tepkiler birbirine çok benziyor.

Korona vakasında hem korku, hem endişenin neden olduğu bir durumdan söz ediyoruz. Ortada gerçek bir tehdit var evet, hepimiz hasta olabiliriz ve hatta bundan dolayı ölebiliriz. Bu doğru, korku için bir nedenimiz var. Ama en az korona kadar tehditkar olan başka durumlardan bu kadar etkilenmeyip, korona tehditini oransal olarak daha büyük algılamamız ise endişelerimizi besliyor. Zira kendimizi evde izole ederek ve bağışıklık sistemimizi güçlü tutarak bu hastalıktan önce korunmamız, zaman içinde yakalanırsak da atlatabilmemiz oldukça mümkün.  Yeter ki hepimiz aynı anda hastalanmayalım ve sağlık sistemimizi bloke etmeyelim. Önlemler ve evde kalmamız en çok bunun için önemli.

  • Sosyal izolasyonun getirdiği kapalı kalma fobisi; buna eşlik eden belirsizlik kaygısı:  

Herkes yoğun ve hızlı şehir hayatının yıpratıcılığından ve yoruculuğundan her daim şikayet etse de; buna bir mola vermek zorunluluk olduğunda, bu duruma aynı biçimde yaklaşmak mümkün olamıyor. Üstelik yarın ne olacağının, bunun ne kadar süreceğinin bilinmiyor olması bu kaygıyı çok besliyor. Baş edebilmeyi zorlaştırıyor.

  • Gelecek kaygısı nedenli depresyon:

Başta ekonomide yaşanabilecek sıkıntılar olmak üzere, insanların kendileri, aileleri için olası umutsuzluk senaryolarıyla yaşadıkları, yaşayabilecekleri depresyon sorunları.  Salgının etkileri uzun süre devam edebileceğinden, bu tablonun daha ağırlaşarak karşımıza çıkması beklenebilir.

  • İlişkilerde yaşanabilecek sorunlar:

Şimdiden yakın ilişkilerde, özellikle eş ilişkilerinde sorunlar baş göstermeye ve bu sorunlar  tv’lerdeki programlara, internetteki sosyal ağlara yansımaya başladı. Muhtemelen salgının akut etkileri yavaşlamaya başladığında psikiyatri servislerinin ve psikologların kapısını çalan sorunların önemli bir kısmını bu ilişki sorunları oluşturacak. Boşanmalar, ayrılıklar yaşanacak. Bunun nedenleri arasında; yaşanan bireysel kaygıların birbirine yansıtılması, temasın azalması, insanların hayata dair sorgulamalarının artması olacak.

  • Kişisel ve yakın çevresel sağlığı ve hijyeni koruma amaçlı abartılı titizlik saplantıları:

Evet el yıkamak bu virüsten korunmanın en temel kuralı. Bunu bütün dünyada herkes iyice öğrendi. Ama bu öğrenme, patoloji sınırlarına dayanma riskini de beraberinde barındırıyor.  Hiçbir şekilde yapılan temizliği yeterli bulmama ve bunu abartılı temizlik pratiklerine dönüştürme sık yaşanan sorunlardan. Temizlik takıntısı, tekrar eden zorlayıcı davranış kalıpları olarak yerleşmekte. Obsesif kompulsif davranışlar olarak adlandırılan bu kalıplar, nüfusun önemli bir kısmını tehdit edecek bir süre.

Sosyolojinin de etkilendiği başlıklar

  • Xenofobi ve yabancılardan kaçınma hali:

Duygular bağlantılı olduğu için psikolojik ama sonuçları itibarıyla sosyolojik böyle bir sorun da var karşımızda. Hastalığın ilk görüldüğü zamanlarda, Çin orijinli olması nedeniyle dünyanın çeşitli yerlerinde Çinliler ciddi ayrımcılığa ve düşmanlığa maruz kaldılar. Sonraları bu azalsa da hala bazı yerlerde devam etmekte. Dahası insanlar bulundukları yerlere dışarıdan gelen herkese kuşkulu bakmaya ve ilişki kurmaktan kaçınmaya başladılar. Geçici olmasını umduğumuz bu durumun uzun dönemli etkileri olması muhtemel. Yabancı düşmanlığının, duygunun sahibini yıpratan boyutunu ve zehirleme gücünü de unutmamak gerekiyor.

  • Değerlerin sarsılması nedenli ahlaki sorgulamalar ve bağlantılı varoluşsal kaygılar:

Yetersiz kalan sağlık hizmetleri nedeniyle, kimin yaşayacağına karar verme gibi zor seçimler; yaşlı ve güçsüzlerin sistem dışına itilmesinin getirdiği ahlaki sorgulamalar; güç alınan değerler sisteminin zorluklara dayanamadığını görmenin getirdiği umutsuzluk… Bunlar, insan olmanın dayandığı temelleri sarsan, insanın gücünü kıran gelişmeler. Üstelik bunlar kişileri etkilediği kadar, toplumları, hatta devletleri etkileme gücüne sahip sorunlar.

Virüs salgınıyla bağlantılı yaşadığımız ve önümüzdeki günlerde de yaşama olasılığımız yüksek psikolojik sorunların temel olanlarını böyle sıraladıktan sonra, nasıl baş edebileceğimizle ilgili bazı önerileri paylaşmak istiyorum.

Her bir başlık tek başına ayrı ayrı ele alınmayı, incelenmeyi hak ediyor. Pek çok durumda doğrudan yardım alınmasını da gerektiriyor.

Ancak en azından burada en yaygın olarak yaşanan ve diğer tüm sorunların da kökeninde yer alan kaygılar ve endişelere yönelik önerilerden bahsedebiliriz. Bu konuda çok çeşitli yollar, farklı öneriler, yöntemler var elbette. Burada, benim okuduklarımdan, öğrendiklerimden derlediklerimi ve önerdiklerimi bulacaksınız.

İlk ve en önemli olarak yapmamız gereken kendimize “insan” olma iznini vermek.   Hepimiz insanız ve her türlü duruma karşı farklı duygular yaşamamız gayet normal. Olumlu duygular kadar olumsuz olanları da kucaklayabilmeliyiz. Zira hepsi bizim, hepsi bize ait ve hepsi normal. Çünkü insanız.  Mesele şu ki, huzurlu olabilmek için huzursuz eden duyguları da reddetmemeyi öğrenmemiz, kabul etmemiz gerekiyor.

Sırada bu izolasyon süreci için pratik önlemler ve öneriler var, basmakalıp gelebilir ama önemli:

  1. Fiziksel olarak kendimizi iyi durumda tutmaya özen göstermek / yeme-içmemize, uykumuza dikkat etmek ve mümkün olduğunca bunları günlük rutinimize uygun yapmak; yani yeme, yatma ve uyanma saatlerimizi alışkanlıklarımız paralelinde sürdürmek,
  2. Medyaya dozunda zaman ayırmak / bu hem TV seyretmek hem sosyal medyada zaman geçirmek bağlamında geçerli. Aynı haberleri sürekli olarak izlemenin ya da benzer paylaşımları defalarca görmenin bize bir faydası yok, aksine ciddi biçimde psikolojik sağlığımızı olumsuz etkileme potansiyele sahip.
  3. Çevremizle ve sevdiklerimizle olan ilişkilerimize (fiziksel olarak mümkün olamasa da) ara vermemek; kendimizi onlarla telefonla da olsa temasta tutmak ve iyi olduklarını bilmek.
  4. Başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarlı olmak, onlar için mümkünse bir şeyler yapabilmek; başkalarına iyi gelecek bir şeyler yapmak, insanın kendisine de iyi geliyor, bu kanıtlanmış bir gerçek.
  5. Ev ortamının imkan verdiği fiziksel egzersizlere zaman ayırmak da psikolojimiz üzerinde olumlu bir etken. Kültür fizik hareketleri, pilates, yoga… hepsi fiziksel sağlık kadar psikolojik sağlığı da iyi tutuyor.

Pratik önerilerden sonra da yeni durumu anlamaya, kabullenmeye ve bununla barışarak kaygı ve endişelerimizi azaltmaya, daha huzurlu olmaya yarayacak yollara bakalım.  Psikolojide buna “yaratıcı uyumlanma” (creative adjustment) deniyor. Karşılaşılan duruma adapte olmayı ve kendini bu durumla uyumlandırmayı ifade ediyor adından anlaşıldığı gibi.  Her şey psikolojik dayanıklılığımızı (psychological resilience) artırabilmek için. Resilience çok güzel bir kavram; biz onu Türkçe’ye dayanıklılık ya da esneklik olarak çeviriyoruz. Ama tam anlamı esneyebilme kabiliyeti sayesinde dayanıklılık. Çok güçlü bir rüzgarda sallanan bir ağaç düşünün, o ağacın esneyebilmesi kendini koruyabilmesini sağlar. Esneyemediği noktada kırılır. Tıpkı o ağaç gibi güçlü rüzgarlar bize doğru estiğinde ne kadar esneyebilme kabiliyetimiz varsa, o kadar hasarsız atlatıyoruz yaşadığımız travmayı. 

resilience

Şimdi bu bahsettiğimiz uyumlanma için bazı ipuçları paylaşacağım sizinle ve sonra da size hayatınıza uygulayabileceğiniz birkaç yöntem önereceğim.

Önce ipuçları:

  • “Yeniden çerçeveleme” (reframing): Bunu bakış açımızı değiştirmek olarak da tanımlayabiliriz. Nerden baktığımıza bağlı olarak, gördüğümüz değişebiliyor gerçekten. Shakespeare, Hamlet’e “iyi veya kötü diye bir şey yoktur; biz onu düşüncelerimizle iyi ya da kötü yaparız” dedirtir. Shakespeare kadar ileri gitmesek de bizim yüklediğimiz anlamla olayların, durumların farklı nitelikler kazandığı doğru bir saptama. İçinde yaşadığımız durumda da bu yaşananı “yüzyılın felaketi” olarak görmek ya da “içinden geçilen ve geçecek olan bir dönem” olarak kabul etmek farklı duygulara yol açıyor şüphesiz.
  • Dikkati başka yöne vermek (distraction): Bu görmezden gelmek ya da başımızı devekuşu gibi kuma gömmek değil, inkar etmek de değil.  Yaşanan her ne ise sadece ona konsantre olmak yerine, hayattaki başka konuları, başka uğraşları biraz daha öne çıkarmak. Şu günlerde mesela, sadece korona ile ilgili konulara ve ondan kaynaklı meselelere odaklanmak yerine, farklı meşgalelerle uğraşmak.
  • Sosyal iletişimde kalmak (Social navigation): Psikolojik dayanıklılığın en önemli kaynaklarından biri sosyal navigasyon olarak tanımlanan, ilişkilerin içinde ve diğer insanlarla bağlantı halinde olmak. Araştırmalar, kriz dönemlerinde daha dayanıklı olan insanların, çevreleriyle paylaşımcı, destek istemekten imtina etmeyen, yakın ilişkiler içinde olanlar olduğunu bize gösteriyor. Kollandıklarını hisseden insanlar kendilerini daha güçlü hissediyor. Şu günlerde de bu yakınlıkları korumaya, fiziksel olamasa da bağlantıda kalmaya ihtiyacımız var ve bu psikolojik sağlığımız için önemli.  Şu ara özellikle 65+ yasağı nedeniyle büyüklerimizin yaşadığı sıkıntıların temelinde de dışarı çıkamamak değil, yalnızlık var. O nedenle bağlantıda olduğumuzu hissettirmemiz önemli, hepimiz için.
  • Teslimiyet – Tevekkül (Surrender): Bu bizim kültürümüzde yabancısı olmadığımız bir kavram, teslimiyet. Ben, eski olsa da tevekkül demeyi tercih ediyorum. Değiştirebildiklerimizi değiştirmek için gayret etmek ama değiştiremeyeceklerimizi kabullenmek ve teslim olmak. Bu da pek çok psikolojik tedavinin omurgasını oluşturan önermelerden zaten.

Son olarak sadece birkaç tane yöntem önerisinde bulunmak istiyorum. Yazının bu kadar uzun olmasını planlamamıştım; ürkütücü olup okunmasına engel olmak istemiyorum zira. O yüzden devamını sadece “iyi ama nasıl” diyenler okusun 🙂  *

  • Fırtınanın Gözü:

Bu çalışma meditasyon temelli bir çalışma. Fırtınanın gözü buradaki öneriyi hemen anlamayı sağlayan güçlü bir metafor. Fırtınalar çok kuvvetli biçimde eserken, en ortasında sakin, kıpırtısız bir merkez vardır. Dışında herşey birbirine girerken, yerle bir olurken o en merkezdeki alan sütliman kalır. Bu önerme, hepimizin o en içindeki sütliman yeri hatırlamamızı ve bu süreçte orayı sık sık ziyaret etmemizi söylüyor bize. Bunun çok çeşitli yolları var. Meditasyon alışkanlığınız varsa, zaten ne dediğimi hemen anlamışsınızdır. Yoksa da başlayın hemen. Internet meditasyon rehberleriyle dolu. Hiç fark etmez, nerden başlarsanız, nasıl başlarsanız başlayın. İşin özü, dış uyaranlardan uzaklaşarak içinize dönmek; kendinizle kalmak, kendinize temas etmek. İbadet eden biriyseniz ve bunu gerçek bir konsantrasyonla yapıyorsanız, fırtınanın gözüne o sayede de ulaşabiliyor olabilirsiniz. Yolu ne olursa olsun, içinize dönün. Güzel bir önerme gördüm geçenlerde, “dışarıya çıkamıyorsanız, içinize gidin” diyordu. Tam da bunu söylüyor işte “fırtınanın gözü” yöntemi bize.

  • Kontrol edilemeyeni etmeye çalışmama:

Bu çalışma kontrol edebildiklerimiz ve edemediklerimizi ayırt etmek, tanımak, anlamak ve beyhude çaba harcamamak üzerine. Kontrol saplantısı, psikolojik sorunların, sıkıntıların yaşanmasında sıklıkla karşılaşılan bir tutum.  Çevremizde yaşananları, başımıza gelenleri kontrol edebileceğimiz yanılsamasıyla yaşıyoruz çoğu zaman. Elbette kontrol edebildiğimiz durumlar olmakla beraber, her şeyin kontrolümüzde olması mümkün değil.

Yapmamız gereken, çevremizde rahatsızlık duyduğumuz ve değişmesini istediğimiz durumlarla ilgili tespit yapmak. Bizi rahatsız eden durumla ilgili değiştirebileceklerimiz ve değiştiremeyeceklerimizi gözden geçirmek, mümkünse bunu yazarak yapmak ve karşımızda bu durumu görünür kılmak. Sonra öncelikle değiştirebileceklerimizi nasıl ve nereye kadar değiştirebileceğimize ilişkin fikir jimnastiği ve bir plan yapmamız ve uygulamaya geçmemiz gerekiyor. Değiştiremediğimiz durumlar konusunda ise odağımız bunun bize dayattığı koşullarla baş etmek olmalı.  Korona vakasında kontrolümüzün tamamen dışında bir durum yaşanıyor. Burada konsantrasyonumuz bunun hayatımıza yansımalarına yönelmeli. Bu koşullarla nereye kadar ve ne yaparak baş edebiliyoruz ona bakmalıyız. 

  • Tolerans penceresi:

Tolerans Penceresi bizim dünyayı gördüğümüz, farklı boyutlarıyla algılayabildiğimiz bir kapasiteyi işaret ediyor.  Bu pencerenin dar veya geniş olması da bizim yorumumuzu ve verdiğimiz tepkileri belirliyor. Genelde rahatsız edici durumlarla karşılaştığımızda basit hayatta kalma tepkilerimiz devreye giriyor; kaçmak, dövüşmek ya da donakalmak. Bu tepkilerin hayattaki farklı olaylar karşısındaki tezahürleri değişik elbette. Genelleyerek gruplarsak ya aşırı uyarılmaya maruz kalıyor ve çok tepkisel davranıyoruz ya da donakalıyor ve hiç tepki vermiyoruz. Her iki durum da psikolojik olarak sorunlu. Buna neden olan da tolerans penceremizin darlığı. Yeterince ışık alamamak, dışarıyı yeterince iyi görememek, detayları kaçırmak ve yorumlarla tamamlayarak baş edemeyeceğimiz hikayeler yazmak. En basit haliyle herhangi bir eleştiriyle karşılaştığımızda tolerans penceremizin boyutlarına göre kızarak, kırılarak uzaklaşmayı veya bu eleştirinin içindeki geliştirici tarafı alıp, onu kendimiz için kullanmayı seçebiliriz. Korona vakasında da tolerans penceresine çok iş düşüyor. Yaşadığımız bu sürecin bize söyledikleri var.  Virüsün yaşattıkları kendimize, insanlığa ve hayata dair ezberlerimizi, alışkanlıklarımızı, kabullerimizi çok değiştirdi. Hala tam anlayamadık, anlayabilmek için de epey bir yolumuz var, bolca düşüneceğiz üzerinde şüphesiz.  Ama bu süreçten öğrenmeyi; kendimizi, dünyamızı, insanlığı aydınlatacak, ileriye taşıyacak, dönüştürecek yeni yollar bulmayı seçebiliriz. Ve umarım seçebiliriz.

Sağlıkla kalın….

*Bu yöntemleri Seph Fontane Pennock’un, takip ettiğim  “pozitive psychology” sitesinden aldım. Bu günlere özel olarak geliştirdikleri ve herkesin, ama özellikle psikolog ve psikiyatristlerin kullanımına açtıkları “kriz yardım kiti”nden.  Elbette fazlasıyla özetlenmiş olarak.

Sanat kendinden daha büyük bir “şey”; yolculuğa rehber, arayana mürşit ve herkesle başka konuşan bilinmeyen bir lisan…

Sanatın türlü formları farklı duygulara, algılara, kavrayışlara sebep oluyor şüphesiz ve dünyayı da daha anlamlı kılıyor.  Varoluşa dair soruları sorduruyor, bazen kendimizce yanıtlara ulaştırıyor. Sanatın, izleyenleri olarak bize yaşattıkları, deneyimlettikleri, “an”da yol açtığı duygular yepyeni fark edişlere vesile olabiliyor.

Bu bağlamda çok zengin, çok uyarıcı, tahrik eden, dehşete düşüren bir “sergi” var İstanbul’da şu aralar. Ben “sergi” diye tanımlamayı yetersiz buluyorum bu deneyimi ama kendi kitapçığında da sergi diyor, onlar da başka sözcük bulamamış belli ki. Sanatsal “deneyim” veya “yolculuk” gibi bir tanım daha uygun olabilir Marina Abramovich’in Sabancı Müzesi’ndeki “AKIŞ” sergisine.

Marina Abramovich yüzyılın en önemli, avant garde sanatçılarından. Sıra dışı, cesur, sorgulatan performanslarıyla 70’lerin başından beri dünyayı sarsıyor.

Size sergiyi de anlatmak isterdim;  çok güzel, çok ilham verici, düşündürücü, zenginleştirici… Ama ben başka taraftan yazacağım konuya dair. Siz, gidebilirseniz kendiniz gidin ve mümkünse rehberle gezin, arka planlarını, öyküleri, tarihsel bağlamını bilmek kavrayışı derinleştiriyor.

Benim ilgimi sanatçının hayatının “akış” ının psikolojik boyutu çekti. Marina, sanat yoluyla kendini iyileştirmiş, sağaltmış, dönüştürmüş. Bunu yaparken de bizim, insana dair çarpıcı gerçekleri de görmemize vesile olmuş. Ama asıl derdi ve uğraşı kendisiyle ve kendi dönüşümüyle belli ki.

Kendine dair algıları, varoluşsal kaygıları, annesine olan öfkesi ve ailesi üzerinden sisteme ve işleyişe dair başkaldırısı, hepsi ama hepsi performansları yoluyla neredeyse elle tutulur hale geliyor, öylesine bir somutluk kazanıyor. Gençliğindeki öfkenin; ilerleyen yaşlarında sabra, sükunete, kabule dönüşümünü bir duygu yoğunluğuyla izliyorsunuz. İzlerken onu hem anlıyor, empati kuruyor; hem seviyor ve şefkat duyuyorsunuz. Ben ayrıca hayranlık da duydum,  şanssız çocukluğunun içinden bunu çıkarabildiği için. Kendini ifade etmenin yolunu bulabilmiş olmasının ne kadar büyük bir “hediye” olduğunu düşündüm ayrıca.  Marina, çocukluğunun travmalarını sanatı için bir hammadde olarak kullanmış; bununla da bize iki temel şey söylüyor bana göre. İlki -acılara güzelleme yapmayı hiç istemem ama- acıların içindeki potansiyeli fark etmemizi sağlıyor olması ve bunun ilham verebileceğini ortaya koyması. Diğeri ise her bir insan öyküsünün –bugün başarılı ve görkemli hayatlar içinde olsalar bile- nasıl bir kırılganlık barındırdığını hatırlatması. Marina’nın kendi anne babasının kişilik özelliklerinden kaynaklanan zorluklarının yanı sıra; içinde bulunduğu zaman ve sosyolojinin etkilerinin hayatında ne denli belirleyici olduğunu da görüyoruz hikayesini izlerken.  Hayatı, “zamanın ruhu”ndan ayrı yaşayamadığımızı, belirleyicisi olmadığımız faktörlerin bizi şekillendirdiğini de kavrıyoruz yeniden.

Psikanalist yaklaşımın temel önermelerinden biri psikolojik determinizmdir. Bu yaklaşıma göre tüm insan davranışlarının ve insanın hayata karşı tavrının, evvele dayanan bir nedeni ve anlamı vardır. Sonuçlara bakarak sebeplere ulaşmak olasıdır. Freud, Marina’nın hayatına tanık olsaydı, söylediklerinin somut halini eliyle gösterebilirdi. Ancak erken dönem yaşantılarının hür iradenin önüne geçerek hayatı belirlediği ilkesini bir yandan doğrularken, aynı ilkeye, bir dönüşümü yaşamayı başararak meydan da okuyor Marina. Yani hayatının devamını belirleyen travmaların yansımalarını somut biçimde yaşasa da, içinden yepyeni bir hikaye yazmayı başararak çıkıyor. Hayatın kader motifi olarak önümüze koyduğu döngüyü yaşamanın ille de yazgımız olmadığını, bir dönüşüm ihtimalinin her zaman var olduğunun umudunu da bize iletiyor. Tabii kadim öğretilerin, felsefenin, pratiklerin izinden gitmeyi de ihmal etmiyor.

Marina’nın hikayesindeki  dönüşümün ilham vericiliğinin yanı sıra; bu sergi, izleyenleri kendi dünyalarına çekilmeye ve kendi deneyimlerini yaratmaya da davet ediyor. Serginin en alt katında “Abramovich Metodu” olarak adlandırılmış bir bölüm var. Bu bölümde “siz” varsınız; kendi deneyiminizi yaşıyor, yaratıyorsunuz. “An” da kalmaya davet eden fırsatlar yaratılmış mekanda. Meditatif önermeler var, siz dilediğinizi dilediğiniz biçimde seçiyorsunuz. Tamamen sessiz bir ortamda, kendi dünyanıza çekilme imkanı veriyor size sergi. İç dünyanıza dönmeyi, orada kalmayı ve bununla baş edebilmeyi deneyimlemenizi cesaretlendiriyor. Günümüzün her an dışa dönük, her an uyaranlara açık ve neredeyse bunlara müptela insanını çok kolay gibi görünen ama olağanüstü zor bir deneyime; sabırlı olmaya ve sükunete davet ediyor. Bu kısım kendine dair keşiflerine vesile oluyor insanın. .

Diğer yandan Marina’nın performansları sanatçının dönüşümünü bir “akış” içinde bize aktarırken, hem bu evrimi izlememizi sağlıyor; hem de hayata dair başka soruları da gündemimize çok çarpıcı biçimde sokuyor.

Bunlardan ilki, sanatçının 20 yıl boyunca hayatını ve sanatını paylaştığı Ulay’la birlikte yaptıkları performanslarla “ilişkiler” konusunda söyledikleri.  İkili ilişkilerin diyalektiği üzerine çok basit yollarla çok önemli ifşaatlarda bulunuyorlar. Birlikte yaşamanın koruyan/besleyen yanının nasıl dönüşebildiğini; her şeyin zıddını nasıl da içinde barındırdığını müthiş çarpıcı anlatıyorlar. Bana yine Gestalt’in kutuplarını hatırlattı elbette. Her şeyin zıddı olmadan var olamayacağını ve bunu fark ederek yaşarsak ancak dengeyi kurma şansımızın, belki olabileceğini. Bağlılık/bağımlılık; şefkat/şiddet; besleme/zehirleme…hepsi tüm ilişkilerde birlikte var. Bunun dengesini kurabilmek de hayatın sınavlarından. Yanı sıra yine ilişkilerde kartopu gibi küçücük başlayan tavır değişikliklerinin, nasıl büyük bir çığa dönüşme potansiyeline ve tehlikesine sahip olduğuna da dikkat çekiyor bu performanslar.

Bir de insan doğasına dair hatırlattıkları var Marina’nın. En ünlü performanslarından biri olan Ritim 0 ile insanın içindeki şiddeti tokat gibi anlatıyor. Şüphesiz onun için de çok çarpıcı bir deneyimdi. İnsanların korunmasız bir canlıya, başlarına bir şey gelmeyeceğini düşündüklerinde, yapabileceklerinin sınırlarını ya da sınırsızlığını görmek umutsuzluğa götürüyor insanı ama gerçekleri de görmeye neden oluyor. Bu ilkel dışavurumları izleterek başlayan ama örneğin “süt tasını taşıma” eyleminde bizi, bambaşka bir insan olma haliyle “sabır ve sükunet” le karşılaştıran performanslar; bütününde insan olmanın bir “yolculuk” gerektirdiğini anlatıyor yalın bir dille.

Bir daha anlıyoruz ki insan doğmuyoruz; insan oluyoruz, hakkını verirsek, buna sabır gösterirsek.  

“Cevap, sorunun talihsizliğidir”

Psikolojinin sınırları içinde karşıma çıkan ama hayatın her alanında anlam ifade edecek kavramlar var ve ben onlarla karşılaştıkça size de aktarmak istiyorum.

Zira düşünce dünyamda yeni kapılar açan, keşfedilecek yeni yerler vadeden kavramlarla tanıştığımda heyecanlanıyorum. İşte onlardan biri beni buldu yakın zamanda. Sizinle de tanıştırayım istedim: “Negatif kapasite” ya da “negatif yetenek” kavramını. Negatif deyince bir olumsuz ilk izlenim edinebilirsiniz ama edinmeyin.

Size ne ifade ediyor ilk duyduğunuzda. Ben ilk duyduğumda da, henüz ne olduğunu bilmeden etkilendim. İlginç ve çok çarpıcı geldi bana. Anladıkça ve tanıdıkça da sevdim. Okumalar yaptım üzerine ve hayatıma kabul ettim. Karşıma çıkması da tabii hiç tesadüf değildi. Bu kavramla tanışmam, anlaşmam ve buluşmam gerekiyordu zira benim. İlacım geldi adeta ayağıma.

Negatif kapasite, bir insanın belirsizliğe tahammül edebilme becerisi en basit anlatımıyla. Bir insan ya da bir durum nedeniyle belirsizlikte kalındığında, bu belirsizlik duygusunu kucaklayabilme, onunla kalabilme ve bu sayede olası yeniliklere, ihtimallere fırsat verebilmeyi ifade ediyor. 

Psikolojiye yakın olanların ismini duymuş olmaları muhtemel olan Wilfred Bion, psikanalize yaptığı katkılarla bu alana damgasını vuran önemli bir İngiliz psikanalist.  

Bion’a ilham veren ise 19. yüzyılda yaşamış romantik şair John Keats olmuş. Zira Bion’un üzerinde çalıştığı “negatif kapasite” kavramını ilk olarak Keats kullanmış. Keats,  Shakespeare başta olmak üzere büyük yazarların, sanatsal düşüncenin zihinsel karışıklığa ve belirsizliğe yol açtığı durumlarda bile, felsefi kesinliğin konforunu tercih etmek yerine, bu belirsizlikte kalıp sanatsal güzellik vizyonunu sürdürmeyi benimsemelerini anlatmak için kullanmış bu kavramı. Sadece 25 yaşına kadar yaşayabilmiş Keats ve veremden ölmüş ama bu kadar kısa sürede şiirleri ve üzerinde düşündüğü yepyeni kavramlarıyla iz bırakmış dünyaya. Negatif yetenek kavramından da kardeşlerine yazdığı mektuplarda bahsetmiş. Bir insanın belirsizlik, şüphe, bilinmezlikte kalabilmesi ve bundan rahatsızlık duymaması olarak tanımlamış.  Elde olan bilgiyle kesinliğe ulaşma çabası yerine o belirsiz alanın olasılıkları içinde kalabilmeye ve burada düşünmeye davet etmiş.  

Bilinmezlik, belirsizlik çok da tekin olmayan alanlar ve zamanlar çoğumuz için; tanımlı, net, belirgin olanın konforu yok bu zamanlarda. Çoğumuz yeter ki bir sonuca bağlansın isteriz konu ne olursa olsun; hatta “en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir” deriz. İlle de bir karar verilsin, sonuçlarına da katlanılsın, bedeller ödensin, hesaplar kapansın ve rahat edelim diye düşünürüz. İşte bu kavram bu eğilimimize “acaba” sorusunu soruyor. Acaba hakikaten öyle mi? Hakikaten bir an önce belirsizliği ortadan kaldırmak adına kararlar mı verilmeli; tahminler yapılıp, sonuca mı ulaşılmalı?

Bunun geçerli olmadığı alanlar elbette var; bir cerrahın ameliyat sırasında böyle bir belirsizlikte kalmasını düşünmek bile istemeyiz. Ya da bir itfaiyecinin yangından insanları kurtarırken böyle bir lüksü elbette yoktur. Ama örneğin, zaten kavramın Bion tarafından kullanılmasını sağlayan psikoterapi, bu alanlardan biri değil. Burada o olasılıkları barındıran, belirsizliklerle dolu alanda, terapistin en çok sahip olması gereken beceri, belki de bu belirsizlikte kalabilme becerisi. Kestirmeden sonuçlara gitmeden, sükunetle ve o rahatsız edici belirsizliği kucaklayabilme ve buradan bir şeylerin olgunlaşabilmesini bekleyebilme kapasitesi.

Bion, “bilinçdışının varlığında bilincin deneyimi” diye tanımlamış bu süreci. Bu da ilginç bir tanımlama. Ama ben en çok karısının anlatımlarından öğrendiğimiz bir cümlesini çok sevdim ve onu yazımın başlığına taşıdım:

“Cevap, sorunun talihsizliğidir”

Ne kadar güzel ifade etmiş, gelen cevapla olasılıkların üstü kapanır zira. Netlik kazanılır. Ama ortaya çıkabilecek farklı sonuçlarla ve bazen de gerçekle vedalaşılır. Hele de bu cevaplar başka bir insanın aklından size ilişkin bir durum için geliyorsa yanılmak kaçınılmaz olabilir. O yüzden bir eş ve bir arkadaş olarak da Bion hep “cevapları bilsem de söylemezdim”  tarafında kalmış; o belirsizliğe katlanmak kadar, katlanılmasını da cesaretlendirerek. Bilmemenin önemine ve güzelliğine vurgu yapmış; bilmeye çalışma sürecinin zenginleştirici tarafına dikkat çekmiş.

Elbette ki “her seçim bir vazgeçiştir” ve hayat vazgeçişlerle doludur. Ama belki  cevaba kısa yoldan, aceleyle ve varsayımların aldatıcılığıyla ulaşmamamız gerekiyordur. Ve en önemlisi herkesin cevabı sadece kendisinde saklıdır.

Merhabalar / Bir ilk yazı

Blog sahibi olmanın da bir zamanı varmış demek ki; o zaman da şimdi geldi.  

Bundan böyle içimden geldikçe yazdıklarımı, öğrendiğimde paylaşmazsam olmaz dediklerimi,  şimdilerde bana anayurda dönmüşüm hissi veren psikoloji topraklarındaki keşiflerimi; bazen sorularımı, bazen kendimce bulduğumu sandığım yanıtlarımı paylaşma platformu olacak burası.

Önce biraz nerden geldik buraya, hem kendime bir hatırlatma hem merak edene not olarak düşmüş olayım.

Aslında ben zaten psikoloji okumuştum. Yani 30 sene önce aldığım bir psikoloji lisans diplomam vardı. Ama mezuniyetimin hemen sonrasında hatta diplomamı bile almadan önce reklamcılığa başlamıştım. Bizim zamanımızda öyle iletişim fakülteleri falan yoktu; işletme, psikoloji, sosyoloji eğitimi alanlara hele de muteber okullardan mezunlarsa reklam dünyası kırmızı halı seriyordu adeta. Türkiye’nin pazarlama faaliyetleriyle iştahla kucaklaştığı dönemlerdi, reklam ajansları yorucu, talepkar ama eğlenceli ortamlardı. Ben de o zaman o dünyaya bir adım attım. Atış o atış oldu; önce 10 sene profesyonel çalıştığım sektörde sonra da 15 sene kendi ajansımı yöneterek gümüş yılımı devirdim.  Ve jübilemi yaptımJ  Aslında nefes almayı bile unutarak yaşadığım hayatıma zorunlu bir nefeslenme molası verdim. Bunun mola olduğunu o zaman bilmiyordum, belki de sona geldim demiştim.  Ama daha yolum varmış gidilecek ki, soluklanıp sonra yeniden baktım önüme, yoluma.

İşte psikoloji o zaman bana hatırlattı kendisini. Ne kadar severek seçtiğimi, severek okuduğumu ama nasıl da yarıda bıraktığımı fark ettim. Bu defa kendim için, bir hedefe kilitlenmeden; sakin sakin okumalara, keşiflere başladım. Önce tasavvufa da ilgim dolayısıyla karşıma çıkan nefs psikolojisi (bir tanımıyla ben ötesi psikolojisi / transpersonal psychology) ile yolum kesişti. Altı ay boyunca birebir terapi / öğrenim analizi aldım.  Kendime ilk kez bu kadar dikkatle dönüp baktığım ve belki de hayatımda ilk kez kendimi dinlediğim, kendime eğildiğim bir dönem oldu. Rüyalarıma kulak verdim; kendimi, bana olanları, bende olanları önce fark etmeye, sonra kavramaya, anlamlandırmaya zaman ve enerji harcadım. Çok ilginçti gerçekten. İnsanın kendi coğrafyasını keşfetmesi kadar zenginleştirici bir seyahat deneyimi yok sanırım. Kendi içimizde ne çok derin denizler, yalçın dağlar, sürprizli ormanlar, sessiz uyuyan çöller var. Hepsine usul usul yaklaşmak, dokunmak, dinlemek, hemhal olmak sarsıcı olduğu kadar ödüllendirici. İnsanın kendini keşfetmek kadar büyük bir işi yok aslında bu yolculukta. Başka herşey teferruat.

Yola devam ederken Gestalt girdi hayatıma. Bu kez gerçekten girdi. Zira Gestalt denildiğinde benim için onca psikoloji lisansından kalan “the whole is greater than the sum of its parts” ezberiydi. Bir de genç ve yaşlı kadın imgesi. Oysa meğer ne çok şey varmış Gestalt’in hayatı kavramak için bana sunacağı.

Sanki bir kaleydoskop gibi Gestalt. Hayatın çok renkli, çok boyutlu, çok değişken  (algılarla ve bakış açılarıyla hep başka olasılıkları barındıran ve mümkün kılan) halini görmemize araç oluyor. Hatta  “Kaleydoskop” kelimesi Yunanca kalos(güzel), eidos (biçim), scopos (izlemek) sözcüklerinden türetilmiş. Güzel şekilleri izleme aygıtı yani. Gestalt da hayattaki şekilleri izleme aygıtı olarak pek ala tanımlanabilir. 

Kendi adıma Gestalt’te en çok kutupları sevdim. Gestalt hayatta her şeyin kutbuyla var olduğunu hatırlatır bize ve insanın bu kutuplar arasında gezinebilme, denge kurabilme kapasitesine dikkat çeker. Belki bu yüzden bana huzur verdi kutuplar. Hayattaki kabullerimi kolaylaştırdı. Herkes gibi içimde bir derya barındırdığımı;  empatik/vurdumduymaz, sempatik/nobran, olgun/delifişek, yardımsever/kıskanç…. bir sürü farklı ben olabileceğini, hepsinin mayasının bende olduğunu, içimde her duygunun bulunduğunu ve bunun normal olduğunu fark ettim, anladım, kabul ettim.  Bir sürü farklı duygunun, o duyguların ortaya çıkardığı farklı ben’lerin varlık hakkını tanıdığımda hayat kolaylaştı.  Reddetmediğimde, görmezden gelmediğimde, her hali normalleştirdiğimde tercihlerim devreye girebilmeye başladı. Yaşamın tercihlerden oluştuğunu ve tercihlerimin zaman ve durum bağlamında değişebileceğini, bunun da normal olduğunu kavradım.  Bende bildiğimden fazlası olduğunu ve her hali sevmemek gibi bir yolum olmadığını gördüm. Bunları belki Gestalt söylemedi ama vesile oldu. Kutuplar, farklı kavrayışlara çok ciddi yol açtı benim yolculuğumda.

Ve nihayet başka bir durağa da geldim. Gestalt, psikanaliz okuma grupları, çeşitli yan eğitimler vs derken ve bu yolculuk ömür boyu sürecek belli ki diye içselleştirmişken, psikolojiyi artık başkalarına da dokunmak için araç kılmaya niyet ettim. Ellinci yaşıma çok yaklaşmışken bu denize yeniden girmiştim ve 53 yaşında da klinik psikoloji yüksek lisansıma başladım. Hala devam ediyorum. Bu sene sonunda klinik psikolog olarak kendimi tanımlayabileceğim; ama elbette öğrenme devam edecek, hem de hayat boyu.

Burada da öğrendiklerimden, bende iz bırakanlardan; sizde de belki yeni sorulara, bazen cevaplara, kavrayışlara vesile olabileceklerden bahsetmek üzere yazacağım.

Umarım yolumuz bu satırlarda sıklıkla kesişir. Yazı dünyama, bloğuma hoşgeldiniz.

“Vazgeçişin Loş Kuytusu”

Çok sevdim bu ifadeyi. Ben onu bir kitap tanıtımında buldum: “Modern hayatın cazibesine, başarma arzusuna, çabasına karşılık vazgeçişin loş kuytusu” diyordu. Kitaptan bahsetmeyeceğim, zira ben de okumadım; bana bu cümle tek başına çok şey söyledi. Bunun üzerine düşünmeye başladım.

Bana Murakami kahramanlarını düşündürdü öncelikle, benim çok sevdiğim o kahramanları. İç dünyalarında yaşayan; sakin, küçük hayatlar sürerken, mucizelerle buluşan; beklentisizliğin güvenli kozasında olsalar da, sürprizlerin getirdiklerinden korkmayan ve cesaretle önlerine çıkanı yaşamaktan çekinmeyen kahramanlar. Loş kuytuda olmayı seçen ama yine de hayattan kaçmayan. Modern hayatın dayatmalarına takılmayan ama kendi yollarının getirdiklerini buyur etmede cömert olan. Metropolde de yaşasa kendi küçük adasının sınırlarını çizmeyi bilen ve bunu doğallıkla yapan. Güçsüzmüş gibi görünen ama sadeliğinin içinde kendi dünyasından beslenen.

Sonra Sabahattin Ali’nin Kürk mantolu Madonna’sının Raif Efendi’si geldi aklıma. Edebiyatımızın bana göre en özgün karakterlerinden biri olan Raif Efendi’yi ve onun vazgeçişindeki marazi ama büyülü derinliği düşündüm. O da o kuytuda bulmuştu nefes alacak gücü.  Hayatını ancak o kuytuda sürdürebilmişti. Hayatının bir döneminde yaşadığı “boyutu”, şimdi’den yalıtarak korumayı ve ona sığınarak yaşamayı seçmişti.  Psikologların hiç önerdiği bir durum değil şüphesiz, ama bu sayede ölümsüz bir kahraman olabilmişti edebiyat yoluyla olsa da. Bizi başka bir zenginlikle tanıştırmıştı bu vazgeçişiyle.

Ve Kafka’nın eliyle hayat bulanlar izledi Raif Efendi’yi, kafamdaki geçitte. Hayatın pırıltısına kapılmak bir yana, onu izlemekten dahi yorgun düşen, kendini vazgeçişin loş kuytusunda var edebilen; bize insanın kırılgan ruhunu, kendiyle yüzleşmenin şiddetini yansıtanlar. Dışarıda akan giden gündelik hayatın coşkusundan, parlaklığından, toy neşesinden uzak durarak hayatla baş edebilenler ya da edemeyenler. Onlar da hayatı sorgulamamıza vesile olabildilerse şayet, bu vazgeçişlerini izlememiz sayesindedir. Bu vazgeçişler, başka toprakların keşfidir bir yandan.

Vazgeçişin cazibesi nerden geliyor acaba? Güneşli havalardan, parlak ışıklardan, pırıltılı hayatlardan uzak olmayı seçmek bir zamanlama meselesi olabilir mi?  İnsan kendi yolunun bir yerinden sonra ıssızlığı tercih eder mi? Kendi sesini duyabilmek, kendi coğrafyasını keşfedebilmek üzere biraz kalabalıklardan ve düzenin kargaşasından uzak olmayı istemek midir sebep?  

Yoksa bu bir varoluş meselesi midir? Hayatı daha en başından anayoldan gitmeyerek yaşamayı tercih edenler de vardır zira. Kendilerine patikalar bulurlar; bazen de açarlar ama geniş otobana çıkan yolları gösteren tüm tabelaları es geçerler. Modern zamanların dayatmalarına bakmazlar. Vazgeçmeyi bir varoluş olarak yaşarlar. Alternatif bir yolculuğun mümkün olduğunu düşünürler, belki düşünmezler bile, öylece yürürler. Bize de gösterirler. Göstermek üzere yapmasalar da.  

Modern zamanlarda, vazgeçmenin loş kuytusu kime ne ifade eder bilemiyorum. Tüm dünya birbirinin hayatının içine bu kadar girmişken, oyundan çıkmak veya bu oyunda olmamayı seçmek yani vazgeçmek öyle zor ki.. O loş kuytu, hanidir imkansız bir gezegen.  Belki imkansız oldukça ütopik hale de geliyor. Tercihini böyle ortaya koyabilmek, modern hayatın cazibesine ve başarma arzusuna karşı durabilmek şimdinin dervişi olmakla eş değer. Şüphesiz etrafımızda Raif efendiler var ve biz onları onlar böyle istediği için görmüyor, fark etmiyoruz. Ama onlarsız eksik kalıyoruz; bu da vazgeçenlerin bize vebali olsun.   

Sabah İnsanları

İnsanlar türlü, çeşitliler… özellikleri veya tercihleri ya da yaratılışları itibarıyla. Biz de ilişki kurarken bu özellikleriyle kafamızda bir yerlere oturtuyoruz onları. Kendimize benzeyen insanlarla daha kolay yakınlaşıyoruz. Bunda çok bir zarar yok, yeter ki önyargılara neden olmasın; katı yaklaşımlar haline gelmesin. Örneğin kimileri yalnız olmayı sever, kimileri sosyal kelebek; bazıları kış insanıdır, bazıları yaz;  kedi sevenler var, ille de köpeğim olsun diyenler… liste çok uzar elbette.

Ben geçen sabah yürürken sabah insanı olmak diye bir kategori olduğunu fark ettim. Daha doğrusu bir süredir aklımdaydı ama bunu sabah yürüyüşünde izlediklerimle doğruladım. 

Gerçekten gece insanları ve sabah insanları var.  Ben bir sabah insanıyım mesela. Daha doğrusu yaş aldıkça daha çok oldum. Önce şunu söylemem lazım ki gece insanlarını çok severim; daha yaratıcıdır bir kere gece insanları; gecenin o dingin, insanı içine çeken karanlığında, bulabilenler için hazineler gizli adeta. Nice şairler, yazarlar, besteciler geceden beslenip önümüzü aydınlattılar. Derin düşüncelerin kaynağı var gecede. Bana öyle gelir hep.  Daha gençken ben de geceleri daha çok değerlendirmek durumunda kalıyordum, çalışmak için, çok tercih etmesem de. Ama sonraları kendimi doğama bıraktım ve sabah insanı olmayı benimsedim.

Gece insanlarına selam olsun ama iyi ki sabah insanları var. Sabah güneşi doğuran, hayatı başlatan ve günü ayağa kaldıran.  Fark ettim ki, ben her sabah o yaşamın başlayışını, doğanın uyanışını ve buna tanıklık etmeyi seviyorum. Kendimi daha fazla doğanın parçası gibi hissediyorum onunla beraber uyur ve uyanırsam. Belki bu biraz yaş almakla da ilgili; kendimden biliyorum, yaş aldıkça doğaya yaklaşıyorsun, sen de çiçek böcek gibi o büyük düzenin bir parçası olduğunu anlıyorsun; kendini bıraktığında da onun ritminde akıyor hayat senin için.  

Doğa nasıl bir mucize ile her sabah aynı azimle, coşkuyla, inatla yeniden başlıyor; aslında başlayan değil dönen bir şey var ama başlamak demeyi seviyorum ben;  taze ve yeni duygusu eşlik ediyor o zaman. Yaşamda biriktirdiklerimizin üzerine koyuyor olsak da her yeni günü, o yeni gün kendi tazeliğiyle ve içinde yeni yol ayrımları ve ümitler barındırarak geliyor bize. Hakkını vermek bize kalıyor. Hakkını vermek falan deyince öyle büyük bir laf etmek değil amacım. Küçücük mutlulukları görmekten, yakalamaktan bahsediyorum. Yaz yağmurunun ardından çıkan gökkuşağı gibi, duvarın dibinde açan kır çiçeği gibi, yavrularını emziren anne kedi gibi öyle güzel ve insana yaşama sevinci veren, içini ısıtan, gününü aydınlatan sürprizler var ki eğer görerek bakmayı seçersek.  Bunları görmeye başladığında zaten şükür duygusu sarmalıyor insanı. Aldığın nefese de, doğanın mucizelerine de şükrediyorsun ve hayat akıyor seni de taşıyarak içinde.

Sonbahar …

Mevsimlerin en güzeli. En duygu yüklü olanı. En yumuşağı. En şefkatlisi. En çok hikaye anlatanı. En iyi anlayanı. Sarıp sarmalayanı…

Hüzünlüdür sonbahar, benim gibi hüzün sevenlerdenseniz sonbaharı da seviyorsunuz demektir. Ama bu hüzün insanı derinleştiren, çoğaltan, kendi içine bakmaya teşvik eden, hayata anlam katan bir hüzün bana göre. Doğurgan bir hüzün. Doğa uykusuna hazırlanırken sevdaları, arayışları, kavrayışları, sırları, soruları uzun kış döneminde birlikte mayalanmak üzere koynuna alıyor adeta. Duyguların demlenme zamanı başlıyor çünkü. Belki bundan ağırdır sonbahar; yazın uçarı neşesi, baharın toy sevinci yoktur sonbaharda. Sonbaharda   “Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir”  Yahya Kemal’e göre.

Ne kadar çok sonbahar şiiri var farkında mısınız; yaza veya kışa yazılmayan nice şiir, sonbahar için dile gelmiş. Hepsinde bir kırılganlık, yoğunluk, hüzün var. Enteresan insanın sonbaharla ilişkisi. Farklı bir ruh haline geçiriyor herkesi. Ve belki bu ruh hali yaratıcı kılıyor, ilham veriyor, insana dair dışavurumları tetikliyor ve ortaya bu sayede sanat çıkıyor, edebiyat çıkıyor; tarih sonbaharın ürettikleriyle insana dair yeni katmanlar ekliyor sayfalarına.

Ama bana hiç bitişleri çağrıştırmıyor sonbahar. Tam tersine başlayışı gibi geliyor hayatın yeniden. Evet göçmen kuşlar gider, yapraklar dökülür, doğa ıssızlaşır ama bir yandan da şehirler canlanır. Festivaller başlar, sergiler açılır, yeni filmler, yeni kitaplar, yepyeni maceralar başlar. İnsanın doğada yaşadığı içe dönmeyi, şehir kendine çağırarak böler. Belki de bu dengelenmeye ihtiyacımız olduğu için döngü öyle olagelmiştir.

Çocukluğumuzda yaz başıboşluğuna son verip okulların açıldığı mevsim olduğu için, biraz mesafeli olmuşuzdur çoğumuz bu canım mevsime. Yaş aldıkça sonbahar da anlam değişimine uğrar. Doğanın en olgun halinin sesini dinlemeyi sevmeye başlarız. Derin ve demli bir havası olur herşeyin.

Sabah yürüyüşlerinde artık hafiften serin esen rüzgar bana eşlik ediyor, yavaştan dökülmeye başlayan yaprakları seyrediyorum. Yaşamanın, insan olmanın, fark edebilmenin, doğayı duyabilmenin şükrünü yaşıyorum. En sevdiğim seyahatleri de sonbaharda yapıyorum ama ille de doğada olmayı seviyorum.  Konuşuyorum ve de doğayla; dertleşiyorum, halleşiyorum, onu dinliyorum.

Siz de tatil bitti modunda biraz tatsız, hafif durgun, belki buğulu günlerdeyseniz, öneriyorum kendinizi doğaya ve sonbahara bırakın. Sarıyor, kucaklıyor, sağaltıyor sonbahar. Onun olgun tadına varın.

Mutsuz Olmak

Başlık bile irkiltti sizi değil mi? Zira mutsuz olmak kabul edilebilir bir durum değil uzun bir zamandır. Her taraf mutluluk reçeteleriyle dolu, hayat sadece mutlu olmak üzere yaşadığımız bir serüven. O yüzden mutsuzluktan veba gibi kaçmamız gerekiyor.

Acaba sahiden öyle mi? Wilhelm Schmid öyle demiyor. Psikoloji eğitimi almama rağmen bu çağın sıra dışı filozof ve psikologlarından Schmid için tanışmam oldukça yeni. Siz belki benden önce tanışmışsınızdır, öyleyse bile bu kavramın üzerinden birlikte düşünmek için yeniden okumaya değer.

Alman filozofun “Mutsuz Olmak” ve “Sakin Olmak” adıyla kaleme aldığı iki küçücük kitaptan bahsedeceğim size. Bana iyi geldi, yeni perspektiflerle bakmanın olabilirliğini hatırlattı.

Modern zamanlar bize sürekli mutlu olmamız gerektiğini söylüyor. Bizi buna adeta zorluyor. Mutlu olmak bir görev, ödev haline gelmiş durumda. Hayatın bir veçhesi değil de, tek formu olmak zorunda gibi dayatılan bir mutluluk hali var. Schmid “mutluluk diktatörlüğü”nün tahakkümü altında olduğumuzu söylüyor. Haksız mı?

Bir süredir Gestalt çalışıyorum. Gestalt da Almanların bize armağan ettiği bir psikoloji ekolü. Hayatı bütünsel ele almayı öneriyor en temelinde. Hayatta her şey var ve her şey kendi bağlamında anlamlı diyor. Hiçbir şeyin boşuna olmadığı ve bunun hayata kattığı anlama odaklanmamız gerektiğini savunuyor ve en çok da kutuplarla çalışıyor. Hayatta her şeyin zıddıyla var olduğu Gestalt’in temel kabulü ve bu her şey, kabul ekseninde gelişiyor. Hayatın ancak ölüm olduğu için anlamlı olduğu en birinci adım zaten. Başka her şey de bununla beraber anlam kazanıyor. İyi – kötü; güzel-çirkin; güçlü-zayıf; sıcak-soğuk…. dilediğinizce çoğaltın.  Ve elbette duygular.. Sevinç – keder; haz- acı; ağlamak-gülmek ve tabii ki mutluluk-mutsuzluk. Kutuplarıyla var olan duyguların tek boyutlu olması halinde bir “anlam” mümkün mü?

Konu zaten mutsuzluğa da burada geliyor. Mutlu olabilmek için mutsuzluğu da olanca doğallığıyla kabul etmek, yaşamak ve hayatın içine kabul etmek gerekiyor. Galiba anahtar sözcük kabul. Son zamanlarda en anlamlı bulduğum hal “kabul içinde olma” hali.  Hayatın içinde her şey var ve bunları bütün olarak kabul ettiğimiz ölçüde sakinleşiyoruz ve insan olma yolculuğunda mesafe alıyoruz.

Yaşam sanatı hayatın tüm yönleriyle barışık olmayı gerektiriyor; sadece mutluluk ve haz veren haller şüphesiz mümkün değil; bu nedenle hoşumuza gitmeyen ve bize mutsuzluk veren durumlarla da baş edebilmeyi becerebilmemiz gerekiyor. İçinde her şeyin olduğu bir hayatı kabul ederek, karanlık zamanların da varlık hakkını tanıyarak yaşamak bizi başka bir merhaleye taşıyor. Schmid, buna “kemale ermenin saadeti” diyor. Bu başka türden bir mutluluk hali. Geçici olmayan, zira her durumla barışık olabilmeyi sağlayan. Belki şöyle söylemek daha doğru olur; mutsuz olmayı dünyanın sonu gibi görmeden, bunu yaşama sürecini sükunetle kabul etmek, bizi aslında daha geniş manada daha mutlu kılıyor. Mutluluğun anlamını yeniden tanımlamak gibi aslında biraz da. Melankoliye de, hüzünlü olma haline de varoluşun içinde yer açmakla ilgili.

Bu durum ilişkiler için de geçerli; her daim mutlu, huzurlu, hazla dolu olarak bir ilişkiyi sürdürebilmek mümkün mü? Şüphesiz değil. Daimi bir gönül hoşluğu arayışıyla başlayan ilişkilerin uzun sürmemesi bu yüzden en çok. Güneşli günler kadar puslu havalara hazır olmamakla ilgili. Yine Schmid “ilişkiyi bir kader ortaklığı cemaati” olarak görürseniz, zor zamanları da atlatmanız çok daha kolay olur” diyor.  Anahtar burada da hayatın kutupsallığı ile barışık olabilmek. Her gün aynı olmayacak; herkesin kendine göre algılarının değiştiği zamanlar olacak; yaşanan her günü, her olayı sükunetle kabul edebilmek ve zıtlıklara yaşam hakkı tanımak bizi rahatlatacak. Başarabilmek ne kadar mümkün, bu da herkesin kendine sorusu ve ödevi olsun. Hep mutlu olmaya çalışmaktan daha anlamlı ve daha vaatkar bir çaba olacağını düşünüyorum. 

Anlam arayışı ve diğerkâmlık üzerine..

Şu aralar diğerkâmlık üzerine düşünüyorum. Zaman zaman bu kavram bulur beni üzerine düşünmek için. Zira bir taraftan “vermek ve paylaşmanın yüceltildiği” bir doğu kültürünün içinde büyümek ama da kapitalist sistemin dayattığı “herkes kendisinden sorumludur ve aslolan kendisidir” diyen bir dünyanın tüm mesajlarına da maruz kalmak bu konuyla zaman zaman yüzleşmemize neden oluyor. “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol” diyen Mevlana’nın topraklarında da olsak, Ayn Rand’ın “insanın hayattaki ahlaki sorumluluğu kendi mutluluğudur ve başkalarına yardım etmek bir ahlaki görev değildir” diyen felsefesinin de etkilerini türlü çeşitli yaşıyor ve bu mesajlarla da hemhal oluyoruz.

Peki her ikisini de değerlendirdikten sonra nasıl bir yere gelinebilir acaba? Aslında araştırmalar bize epey çok şey söylüyor. Örneğin; insan psikolojisi ve davranışları ile ilgili çalışan Harvard Business School’dan Proseför Michael Norton, gelirinin bir kısmını başkaları için harcayan kişilerin uzun vadede, tüm gelirini kendisi için harcayanlara kıyasla çok daha mutlu olduğunu gösteren çok sayıda veri olduğunu ifade ediyor.

Yine Norton; 130 ülkeden verileri inceleyerek, zengin ya da yoksul olsun, tüm ülkelerde kendisinden bir şeyler veren insanların çok daha mutlu olduğunu ve bunun, insanın doğasında olan, kültürden bağımsız, “evrensel bir psikoloji” olduğunu belirtiyor. Demek ki aslında kendi mutluluğu için yollar arayan insanın, diğerkâm olması aslında mutluluk amacına yönelik doğrudan yol açıyor. 

Hem ne kadar güzel bir sözcük farkında mısınız? Diğerkâm olmak. Yani ötekinden yana olmak, onu düşünmek, onun derdiyle dertlenmek, madem ki aynı havayı soluyoruz diyerek onu kendinden saymak. Dünyanın eşitliksiz hallerine tanık oldukça daha da önem kazanan bir kavram üstelik.  Dünyada, ülkemizde, çevremizde (belki yakın çevremizde olmasa bile) çok zor hayatlar var. Peki ne kadar bunun için bir şey yapıyoruz? Katı bir ahlakçılık değil anlatmaya çalıştığım şey; “iyi insan olmanın yolu başkalarına yardım etmekten geçer” gibi bir klişeye bağlamayacağım konuyu.

Tam tersine kavramın üzerinde düşünerek hayat yolculuğunun bize kazandırma potansiyeli olan imkanlara bakalım istiyorum. Modern zamanlar kendimizi sevmemiz, önce kendimizin iyi olması, önce ben diyebilmemiz üzerine yapılandırıyor hayatı. Kendimizi elbette sevmemiz, barışık olmamız çok temel bir mesele. Peki bunun dozu ne acaba? Narsizm ne kadar uzakta bize. Ya da uçaklarda hep anons edildiği gibi başkalarına yardım etmeden önce kendi gaz maskemizi takmamızın sosyal yaşamdaki karşılığı neye denk geliyor ve maskeyi taktıktan sonra çevremize el uzatmamızı ne sağlar? Ve asıl önemlisi bu el uzatma meselesi aslında insan olmaya, kendimize, içimizdeki öze yaklaşmak değil midir?

Varoluşçu ve hümanist psikolojinin önemli isimlerinden Rollo May de bu konuda çokça düşünen ve yazanlardan. ‘Sonlu olduğumuz gerçeği aldırışı mümkün kılar. Aldırış aynı zamanda vicdanın kaynağıdır. Vicdan aldırışın çağrısıdır ve kendini aldırış olarak gösterir’ diyor örneğin. Yani vicdanla varoluşumuzun anlamı arasında doğrudan bağ kuruyor. Dünya yolculuğunun en temel derdi “burada niye varolduğumuzun sebebine dair” bir anlam bulmaksa, vicdanımız bize kılavuzluk edecek en önemli yardımcımız aslında.

Diğerkâm olmaya ise empati eşlik ediyor. Diğerinin derdini anlamak için uğraşmak. Kendini onun yerine koyabilmek; onun hissettiklerini hissetmeye çalışmak ve yargılamadan önce anlamak. Bu konuyu düşünürken karşıma sevdiğim bir psikiyatr ve yazar olan Kemal Sayar’ın “aldır gönül” başlığıyla kaleme aldığı yazısı çıktı. Tabii ki bu da tesadüf değildi. Kemal Sayar da “Duymak için insan olmak gerek. Ruhu vatanına geri getirmek gerek: Karşımdaki insana ne yapması gerektiğini söylemek yerine, onu anlamak için doğru soruları sorduğumda onun ruhuna yakınlaşabilirim.” diye  ifade ediyor empati kurabilme becerisini ve bunun bize kazandırdıklarını. Ve bir Afrika atasözü ile bunu derinleştiriyor: ‘Bir insan başka bir insan aracılığıyla insanlaşır.’ 

İşte bu karşıma çıkan yazılar, bana düşündürttükleri ve gündemimdeki sözcüklerden geldim buraya. Varoluşumuzun anlamı vicdanımızla şekilleniyor; diğerkâm olmak bizi kendimize, özümüze yaklaştırıyor. Ve şu modern zamanların bize hiç de önermediği patikalara dikkat çekiyor.

Başkaları için adım atmak kendimize doğru yol almak aslında.