Geçen ay pandeminin herkesi eve kapattığı günlerde, dünyanın en önemli nörobilim insanlarından olan Robert Sapolsky, California’daki evinden bağlanarak Boğaziçi Üniversitesi’nde bir ders verdi.
Boğaziçi Üniversitesi, bu dersi, öğrencilerinin yanı sıra, mezunlarına ve ilgilenen herkese açtı. Uzun, yoğun ve çok öğretici oldu.
Dinlediğimden beri de Sapolsky’nin söyledikleri kafamın içinde dolanıyor. Söylediklerinin karşılığını bireysel olarak yaşadıklarımda olduğu kadar, toplumsal büyük hareketlerde, hayatın içinde görüyorum bu aralar. Amerika’da başlayan ve dünyaya yayılan “black lives matter (BLM- siyahi hayatlar değerlidir)” hareketi de bunlardan biri. Buna geleceğiz birazdan.
Sapolsky, çok ilgi çeken kitapların da yazarı olan bir bilim insanı. “Zebralar neden ülser olmaz” kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş durumda.
Bu girizgahtan sonra, Sapolsky’nin söylediklerinin bazılarına bakalım istiyorum:
Beyin, çok uzun yıllardır biyolojisi ve kimyası üzerinde çalışılmakla birlikte, hala gizemini koruyor. Her geçen zaman ona dair yeni bilgiler edinsek de hala bilmediğimiz çok şey var hakkında. Sapolsky, beynin bazı bölümlerinin hayatımıza, kararlarımıza, davranışlarımıza etkilerine dair bizi bilgilendiriyor. Üstelik bunu bir zamanlama perspektifiyle yapıyor. Her davranışımızın hemen bir saniye öncesinden, milyonlarca yıl öncesine dayanan nedenleri var:
Hemen bir saniye önce beynimizde ne olduğu,
Birkaç dakika içinde çevremizde olanların beynimizde neyi, nasıl tetiklediği,
Saatler veya günler önce hormonlarımızda hangi değişikliklerin meydana geldiği,
Haftalar veya aylar önce yaşadıklarımızı beynimizin nasıl kaydettiği,
Ergenlik dönemimizde, son halini almaya çalışan beynimizin frontal korteksininin hangi çevresel etkilerle nihai şeklini aldığı,
Çocukluk, bebeklik dönemimizde yaşadığımız ilk hayat deneyimlerinin hayat boyu sürecek etkilerini ne şekilde bıraktığı,
Daha yeni döllenmiş bir yumurtayken, bize aktarılan genlerin neler olduğu,
Onyıllar, binyıllar önce atalarımızın içinde yaşadıkları kültürün, onların sosyal yaşamlarını ne şekilde etkilediği ve o kültürü oluşturan ekolojik faktörlerin ne olduğu,
Ve milyonlarca yıl öncesinden bu yana davranışın nasıl evrimleştiği…
Hepsi bir tek davranışımızın ardındaki koca bir nedenler ordusunu barındırıyor.
Yıllardır endokrinologlar, psikologlar, antropologlar tarafından çalışılan konularda Sapolsky’nin yaptığı bunların beyindeki karşılıklarını ortaya koymak. “Evet öyle oluyor da nasıl öyle oluyor ve o sırada beyinde neler yaşanıyor” sorusuna yanıt arıyor.
Hepsini örneklemeye yerim yetmez ama bazılarını sizinle paylaşacağım, çünkü çok ilginçler.
Örneğin saatler içinde olanların etkilerine bakalım, örnekleyelim: Yapılan bir araştırmada ağır ceza hakimlerinin verdiği kararlara bakmışlar. Yemek yedikten sonraki saatlerde verdikleri kararlar ile yemek yemelerinin üzerinden dört saat geçtikten sonra verdikleri kararlar arasında istatistiki olarak anlamlı bir fark bulmuşlar. Hakimlerin yemeklerini yedikten sonra, aynı ya da benzer davalara beraat verme oranları % 60 olarak kayıtlara geçmiş. Oysa aynı davalarda yemek yedikten dört saat sonra karar verdiklerinde bu beraat karar oranı % 0’a düşmüş. Sebebi de kan şekeri. Kan şekeri düşük olduğunda frontal korteks (ki beynin en son gelişimini tamamlayan, plan yapan, düşünen, duyguları kontrol eden kısmı) görevini tam olarak yerine getiremiyor. Zor kararlardan kaçıyor, o anda kolay olanı tercih ediyor.
Gelin şimdi de, ergenlik dönemine gidelim. Bu dönem beynin, planlamalar yapan, uzun dönemli düşünen, duyguları da yöneten bölümünün, yani frontal korteks’in son şeklini aldığı dönem. Beynin en son gelişimini tamamlayan bölümü burası. İşte frontal korteks gelişirken neye maruz kaldığımız, yıllar yıllar sonra bir yerdeki bir davranışımızın onlarca nedeninden biri. Eğer tam bu ergenlik döneminde travmaya maruz kalıyorsak (yakınımızı kaybediyor, şiddetle karşılaşıyor, zorlayıcı hayat deneyimleri yaşıyorsak) frontal korteksimiz gelişimini buna paralel tamamlıyor ve duygularımızı da yöneten bu bölge bizi daha kırılgan, daha öfkeli, daha içe kapanık veya daha kötümser/iyimser yapabiliyor.
Biraz daha geriye gidersek, mesela anne karnındaki durumların bizi nasıl etkilediğine bakarsak, orada da ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz. Yine beynin bir başka ilginç bölümünden devam edelim. Amigdala, duygusal hafızamızı saklar ve duygusal tepkilerimizi, hızlı reaksiyonlarımızı kontrol eder. Bu sayede hayatta kalmamızı da sağlar, korkuyu algılayıp, önlem almamızı ona borçluyuz.
Eğer bir canlının amigdala’sı alınırsa korkusu da siliniyor, korkmayı bilmiyor o canlı. Amigdala’nın boyutu büyük ise o kişi daha kaygılı bir insan oluyor. Ve hamileliğini kaygılı, endişeli geçiren annelerin bebeklerinin amigdalası daha büyük oluyor. Beynimiz, daha anne karnından şekillenmesini bu etkilerle tamamlıyor. Kaygı, korkuya yatkınlık anneden bebeğe bu yolla transfer oluyor. Yıllar sonraki bir davranışımızın daha anne karnına dayanan nedenleri de var gördüğünüz gibi.
İyice eskiye de gidelim. Toplayıcı atalardan mı, avcı atalardan mı geliyoruz? Pirinç tarlalarında çalışan yoğun nüfuslu Çinli atalar veya Amerika’nın vahşi batısının ıssızlığında hayatta kalma mücadelesi veren atalar… Sapolsky, kalabalıklar halinde yaşayan toplumlarda annelerin bebeklerine kısık sesle, ıssız coğrafyalarda yaşayan annelerin yüksek sesle ninni söylemesinin dahi beynin gelişimini etkilediğini ve bunun epigenetik olarak transfer edildiğini söylüyor. Epigenetik, son zamanların en ilginç kavramlarından ve deneyimlerin genleri nasıl etkilediği ile ilgileniyor. Laboratuar ortamında yapılan araştırmalar epigenetiğin önemini ortaya koymuş durumda. Örneğin fareler üzerinde yapılan deneylerde, yavrusunu daha çok seven, yalayarak bakım veren annelerin bebeklerinin beyninde epigenetik değişiklikler meydana geliyor ve onlar daha az stresli oluyorlar. İlginç olan bunun sonraki nesillere geçirilebiliyor oluşu. Daha çok sevilerek, strese karşı daha dirençli gelişen yavru fareler de kendi yavrularına aynı davranıyor ve bu böyle devam ediyor.
Şimdi, beynin, bu yazıyı yazmama vesile olan kısmına gelmek istiyorum; insular korteks’e. Pek çok hayvanda insular korteks rutin işler yapan bir tepki organı. Örneğin bir fareye kötü bir yiyecek verdiğinizde insular korteks aktive oluyor ve fare bu yediğini dışarı atıyor. Insular korteks canı koruma fonksiyonunu yerine getiriyor. Bu insanda da böyle ama dahası var, mide bulandırıcı bir şey düşünmelerini söylemek de yetiyor insandaki insular korteksi aktive etmeye. Laboratuar ortamındaki testler bize bunu gösteriyor.
Asıl ilginç olan ve bu yazıya da ilham olan bölüm ise şu: insanlar, ahlaki olarak kabul edemedikleri bir duruma tanıklık ettiklerinde de insular korteks aynı reaksiyonu veriyor ve bunu tıpkı kötü bir tat ya da koku gibi mide bulandırıcı buluyor. Deneyde insanlara, bir insanın bir diğer insana dair kötü ve kabul edilemez davranışı fotoğraf olarak bile gösterildiğinde, insular korteks aynı biçimde aktive oluyor. Dolayısıyla ahlaki olarak tiksindirici diye bir kavram karşımıza çıkıyor.
Bu tepki sadece insana özgü: 80 milyon yıldır insular korteks tat ve koku açısından tiksindirici olana tepki verirken, insanda son 20.000 yıldır ahlaki olarak tiksindirici olana da aynı tepkiyi verir biçimde evrim geçirmiş durumda. Yani ahlaki olarak kabul edilemez bulduğumuz bir şeye tanıklık ettiğimizde, tıpkı iğrenç bir tat veya kokuya maruz kalmış gibi insular korteksimiz yanıt veriyor. Sadece duyudan değil tamamen düşünsel, duygusal olarak bize tiksindirici gelen durumdan da aynı biçimde etkileniyoruz.
Dahası insular korteks böyle bir durumda, amigdalayı da etkiliyor ve onun devreye girmesiyle başka bir süreç tetikleniyor. “Bir adaletsizlikle karşılaştığınızda sadece oturup buna dair düşünmüyorsunuz, vücudunuzda savaşmanızı isteyen bir ateş de yanıyor” diyor Sapolsky.
Size bir şeyler ifade etti mi bu? Tahmin ediyorum aynı yere geldiğimizi. 25 Mayıs’ta Amerika’da George Floyd polis şiddetiyle öldürüldüğünde, önce kendi gözleriyle tanık olanlar, sonra video vesilesiyle bütün bir dünya, “ahlaki olarak tiksindirici” buldukları bu olayla sarsıldı ve harekete geçti. O sırada insular korteks insanın evrim tarihinde 20.000 yıldır olduğu gibi aktive oluyordu. Ve tıpkı zehirli bir kötü tat karşısında olduğu gibi beyin ve onun yaktığı ateşle beden tepki veriyordu.
İnsanda da, diğer canlılarda olduğu gibi, kötü tat ve kokuya bir kendini koruma mekanizmasıyla yanıt veren insular korteks yani beyin, “insan” olmamızı sağlayan başka değerleri de aynı reflekslerle koruma kapasitesine sahip ve bunu bize gösteriyor.
Bir ahlaki tepkiyi beyin kimyasına bağlamak size nasıl geliyor bilmiyorum. İnsanın ahlaki tepkilerini beyindeki sinyallerle, kimyasallarda oluşan değişikliklerle verdiğini düşünmek belki fazla mekanik geliyor olabilir. Ama o mekaniği oluşturan beyin reaksiyonunun arka planında, evrim süreci boyunca ekolojinin oluşturduğu kültürün, o kültürün şekillendirdiği sosyal yaşamın, o sosyal yaşamın belirlediği ahlaki normların bugün, Amerika’da öldürülen bir insan için milyonları dünyada harekete geçirebildiğini bilmek büyüleyici.
Bu kompleks sistem, herkese üzerinde düşünecek çok şey sunuyor, ilham veriyor.
Ama en önemlisi ahlaki olarak tiksinmeyi öğrenen insan, merhameti ve iyiliği de öğrenir.
Öyleyse insana dair hep ümit var demektir.
Umut etmek güzeldir.
*Beynin karmaşık yapılarını ayrı ayrı anlatıyor Sapolsky, ilgilenenlerin Boğaziçi Üniversitesi portalından izlemesini öneririm.